Toplam 2 adet sonuctan sayfa basi 1 ile 2 arasi kadar sonuc gösteriliyor

Konu: Son Mucize

  1. #1
    Üyelik tarihi
    11.Mart.2007
    Mesajlar
    197
    Teşekkür / Beğeni

    Standart Son Mucize

    Giriş- Çocukluk...

    ÇOCUKLUK

    Kişiliği, hayalinde meydana getirdiği karakterlere göre –büyük ölçüde son okuduğu roman kahramanına göre- devingen bir şekilde değişiyordu. Kişiliği oluşturan öğelerin tek sabit duranı ise iyilikti. Yüreğin iyi olması. Her oluşturduğu –istem dışı- yeni kişilik iyilikte sınır tanımıyordu. Serseri, soğukkanlı, heyecanlı, korkak, şişman, zayıf, yetenekli, yeteneksiz, cesur, aziz, işçi, padişah, doktor, avukat ve bir sürü insan tipinin ortak özelliğiydi iyilik. Kimlikler ve nitelikler önemli değildi. Kahraman olarak seçtiği ister aptal olsun, ister salak, ister vasıfsız bir işçi olsun, isterse çirkin olsun yeter ki yürekleri iyi olsun. İmkânsız diye bir şey tanımayan hayal gücü, bu tiplerin iyi olmaları sayesinde, tüm insanlığa ulaştırmayı başarıyordu.

    On iki yaşında ilköğretimini bitirdiğinde okul ve ilçe halk kütüphanelerindeki hemen hemen tüm roman ve hikâye türü kitapları okumuştu.
    Ürettiği düşünceler gerçek üstü, hayal ürünü şeylerdi. Ulaşılmaz aşkı tanımlayabilse de yüreği cehennem ateşinde yakan ızdırabı bilmiyordu. Cebinde olanları çok rahat bir şekilde isteyenlere verse de; insanlığın yüzyıllardan beri bir metelik daha fazla kazanmak için kan döktüklerini bilmiyordu. Ve onun için kötülük: kahramanlar için her zaman yenilmeye mahkûm bir kavramdan öteye gidemez, zafer nedir bilemezdi. Gerçeğin yakıcı çıplaklığından habersizdi. Yaşamın içinde bulundurduğu en asil kişilerden biriydi. Oysa yaşamın acımasız çarkları, insanlığın kötü dişleri karşısında kolay bir lokmaydı.
    İnce, uzun, solgun yüzünün tam ortasında çarpık, iri ve küt bir burnu vardı. Geniş alnının bitiminden başlayan seyrek kaşları kumraldı. Bir türlü şekle girmeyen siyaha yakın saçlarını sağa yatırırdı. Zayıf saçları ne kadar uzun olursa olsun kabarmaz kafa derisine yapışık gibi gözükürdü. Bu yüzdende kocaman, yampiri kafasını ve kepçe gibi kulaklarını ortaya çıkarırdı. Var ile yokun arasında didinip duran, ince dudakları ancak yemek yerken ve kontrol edemediği şen kahkahalar atarken ortaya çıkardı. Tabi bu kahkahalar sırasında üç diş eksikliğinin verdiği karanlık boşluk ortaya çıkardı. Ve Onu yaşadığı sürece tanıyan herkes orada hiç diş görememişlerdir. Buna bende dâhil. Konuşurken o kadar sessiz konuşurdu ki dudakları hiç aralanmamış hissi verirdi insana. Kısa omuzlarına ters orantılı uzun kolları, çelimsiz ince bacakları ve ölçüsüz başındaki her daim asık suratıyla, bir acuzeyi andırıyordu. Kimse Ona dikkat etmezdi. Dikkatler sadece Ondan kaçmak için kullanılırdı. Bir tek güzel yanı badem içi biçimindeki iri, yeşil gözleriydi. Her daim ışıl ışıl, karşısındakine diklemesine bakan bu gözlerde tüm yabani bedenine, görünüşüne aykırı olarak, o kadar insancıl, temizlik, saflık vardı ki, insanı yakardı. Belki de insanların ondan kaçmasının sebebi saflıktı.
    Ben Onun ismini Alpyıldızı koydum. Alpyıldızı nedir bilir misiniz dağların yamaçlarında yetişen ve açan bir çiçek.



    ______________
    Oktay Ertuğrul
    Yapabildiklerim Yapabiliceklerimin Yarısı Bile Değil

  2. #2
    Üyelik tarihi
    11.Mart.2007
    Mesajlar
    197
    Teşekkür / Beğeni

    Standart Bölüm - 1

    I. BÖLÜM

    Erken uyanan anne kahvaltıyı hazırlamıştı. Üçüncü defa evin en büyük oğlunu uyandırmaya gitti. Yataktaki örtülerle sarmaş dolaş olmuş küçük bedenle beraber yorganı hızlıca çekti. Küçük beden kendi etrafında bir tur atmasına rağmen gözlerini açmadı. Anne eğilerek oğlunun omuzlarından sarstı.
    —Osman, diye bağırdı. “Hadi oğlum kalk. Bak Turgay kalktı. Baban kızıyor ama”. Baba lafını duyan çocuk gözlerini açtı, doğrularak gerindi. Şiş gözlerini ovuştururken göz aklarını iyice kızarttığını farkında değildi. Anne çocuğun altından çıkan kitabı görünce kafasını salladı.
    —Ah oğlum bırak artık şunları. Normal bir çocuk gibi oyununu oyna, dersine çalış. Aklın fikrin kitaplarda.
    Çocuk gülümseyerek yataktan fırladı.
    —Tamam anneciğim, diye annesine cevap verdi.
    Anne “pis yalancı” diyerek çocuğun poposuna hafif bir şaplak attı.
    Az sonra ailenin sekiz üyesi de sofradaydı. Herkes yemekle meşguldü. En son Osman sofraya oturmuştu. Evin reisi olan baba sert bakışlarını bir süre Osman’ın üzerinde tutmaktan geri kalmadı. Pembe renkli çiçeklerle bezenmiş emaye, büyük sininin üzerindeki alüminyum çanaklardaki erimiş margarin, kızartılmış salça, peynir, zeytin ve kaymaktan oluşan kahvaltı azalmıştı.
    —Erken yatmayan erken kalkamaz. Uykusunu alamayanın dikkati dağılır. İşleri hayırlı bir şekilde gitmez. Bu evde kaç defa diyeceğim erken yatıp erken kalkılacak, diye yüksek sesle konuşan babaya Osman’ın başı önde suçlu suçlu yemeğini yemekten başka, cesaret edipte verebileceği bir cevabı yoktu. Hızını alamayan baba:
    —Ne lan o tırnakların, diyerek cevap istediğini belirtti.
    Osman suçluca:
    —Unutmuşum baba, dedi.
    Sert, esmer yüzlü baba:
    —Bir tırnağını kesmek zor geliyor di mi?
    Osman’la uğraşılması alışılmış bir durum olacak ki ailenin diğer üyeleri aldırış etmeden yemeklerini yiyorlardı. Baba da bir daha bir şey söylemeyerek yemeğini kızgınca yemeye devam etti. Osman bir süre sabit gözlerle düşürdüğü ekmek parçasına baktıktan sonra hızlıca ayağa kalktı, yan odaya koştu. Bu davranışın isyan olamadığı Osman’ın hemen ardından acımasız bir sesle konuşan babanın kurduğu cümledeki anlamdan anlaşılacaktı.
    —Pis sulu göz.
    Turgay da abisinin arkasında kalktı. Yastığa kapanmış hüngür hüngür ağlayan abisinin omuzlarına dokunarak:
    —Ağlama ağabey, dedi dokunaklı bir sesle. Osman aldırış etmeden içli ağlamasını sürdürdü. Birkaç dakika sonra anne geldi. Osman’ın başını dizlerinin üzerine koyarak:
    —Hadi benim adsız kahramanım kalk elini yüzünü yıka. Okula geç kalacaksın, dedi. Adsız kahramanın Osman’ın en sevdiği roman karakteri olduğunu öğretmenler ve öğrenci arkadaşları dâhil, tanıdıkları arasında bilmeyen yoktu. Boğayla güreşi sonucu ad kazanan kahraman.
    —Anne babam beni neden sevmiyor, derken adsız kahramanın Onu şu anda hiç heyecanlandırmadığı ve ilgilendirmediği sesindeki acımsılıktan anlaşılıyordu.
    Şaşıran Anne çocuğuna bakarak:
    —O ne biçim söz, diğerlerinin de tırnakları uzun olsaydı Onlara da kızardı baban, dedi.
    Bakışları kendinden bir yaş küçük olan kardeşi Turgay’ın uzun tırnaklarına gitti.


    *

    Sıcak sabah meltemi suyun yüzeyinde göle ayrı bir güzellik katan ve kıyaya ulaşmadan kaybolan, ince mavi çizgiler oluşturuyordu. Saat suya girmek için erken olmasına rağmen birkaç küçük beden suyun içinde debeleniyordu. Gölün bu kıyısına köylüler ve fakir aileler gelirdi. Göl ismini yakınındaki bir köyden almıştı. Ama bu, orada yaşayan insanlara, beyaz killerle örtülü, sahil diyebileceğimiz, büyük çam ağaçlarıyla kaplı, güzel kıyıları çitlerle çevrili olan sahile girme hakkı kazandırmamıştı. Zengin iç ve dış turistler ise bu köylülerin alık bakışları altında rahatça elini koluna sallayarak –gölün ismini bir sene sonra zar zor hatırlayacaklardır, iki sene sonra ise hiç- rahatça girebilirlerdi. Gölün en güzel yerlerini akıllı iş adamları, zamanında köylülerden ucuza –karşıtlığa bak ki köylülerin ömrü boyunca bir daha bir arada göremeyeceğe paralardı, bu paralar- kapatmışlardı. Köylüler hatalı satımlarını oradaki işletmelerde çalışırken, işletme sahiplerinin kazanç oranlarını anlayabildikleri ölçüde –tabi ki ne kadar kazandıklarını o küçük akılları hiçbir zaman tahmin edemeyerek hep çok altında tahminler yapacaklardır- hesaplayarak çıkarabileceklerdi.
    Çocukların suya girmeye başladıkları bu kesimde ağaç yoktu. Ve kıyı suyun içine kadar uzanan kayalıklarla kaplıydı. Ara sıra kısa çığlıklardan anlaşılırdı ki: keskin bir kaya veya düşüncesiz bir ayyaşın suya atarak parçalamaya çalıştığı şarap şişesi, birisinin ayağını yine kesmiştir. Bu kıyıdakiler ara ara duyulan bu kısa çığlıklara o kadar bağışıklık kazanmışlardı ki; ilgisiz bir baş çevirmesi ve kızgın bir annenin “gel buraya allahın belası” diye bağırtısından başka yaralıyla ilgilenilmezdi. Yaralı yırtılmış, sarı renkli bir atlet parçasını kesilen bölgeye bağladıktan sonra, mikrop kapacağını düşünmeden tekrar suya koşar ve bir süre sonra bez parçasını düşürürdü.
    İşte bu gibi küçük tehlikelerle dolu olan kıyıya Osman’ın ailesi yeni gelmişti. Baba ve oğullar çadır kurmaya çalışıyorlardı. Bu işte profesyonel oldukları hareketlerinin ustalıklarından belliydi. Beş tane uzun, düz sayılabilecek, çam ağacından kesilmiş sırıklar vardı. Annenin iyice eskiyen çuvallardan dikmiş olduğu dikdörtgen çadır bezinin dört bir yanına uzun sırıkların yarık uçlarını geçirilerek sicimle bağladılar. Sicimler, sırıklar ayağa kaldırıldıktan sonra yere kadar ulaşabilecek şekilde ölçülerek kesilmişlerdi. Babayla, Turgay sırığın birini tutarak kaldırdı. Sonra baba tutma işini Turgaya bırakarak, tutulan sırığın çapraz karşısında sırıkla aynı doğrultuda bulunan alana eğilerek, elinde olan, çiviye benzer demir kazığı, büyük demir bir çekiçle çaktı. Ve sırıktan sallanan sicimi demir kazığa bağladı. Bu işlem diğer üç kenara da yapıldı. Osman çakılan sırığın bir ucundan tutmasını işlemler bitesiye kadar devam ettirdi. Böylece çadırın düz ve gergin durması sağlanmış oldu. Her ne kadar düz gibi gözükse de, çadırın ortası yinede sarkık durmuştu. Baba en uzun ve sonuncu sırığı eline alarak çadır bezinin ortasında sallanan halı ipine bağladı. Ve sırığı dikerek kaldırdı. Çuvallardan yapılmış çadır bezi koni biçiminde bir çatı görünümünü almıştı. Baba rüzgârda ortadaki sırığın bezle beraber havalanacağını düşünerek, sırığın hemen dibine bir çivi daha çaktı. Ve bağladı. Ayağa kalkarak uzun sırığı eliyle bir sarstı, sağlamdı. İş bitmişti. İki erkek çocuk babalarına bakıyordu.
    Lütufta bulunur gibi elini sallayarak:
    —Gidin yüzün, dedi baba.
    Bir çırpıda elbiseler çıktı. İki çocuk delinmiş, mavi, uzun paçalı donlarıyla –mayo nedir ki dondan başka!- suya doğru koşmaya başladılar. Ve arkalarından ailenin en küçük bireyleri biri kız, biri erkek olan ikiz kardeşleri yalpalayarak, tökezleyerek, yuvarlanır gibi peşi sıra koşturuyorlardı. İkisininde üzerlerinde mavi, siyah çizgili, soluk renkli, yer yer yırtıklarından beyaz tenleri –açık giysi bu olsa gerek!- gözükmesine sebebiyet veren tişörtler vardı. Altlarında kız-erkek ayrımı yapılmaksızın turuncu renkli, çiçekli –tabi ki soluk, eski, birçok yeri yamalı olsa bile delikleri bir türlü kapanmamış- üst donları vardı. Bu üst donları, bel kısımları ve paçaları lastik takılı olduğu için baldırlarında tatlı bir bombe oluşturuyordu. Altı yaşında olan ikizler, bu halleriyle çok şirin görünüyorlardı.
    Baba çadırın altına serilen örtüye oturarak bir sigara yaktı. Anne ve büyük kızlar mavi renkli, sık sık bozulan, kaportaları çürümüş skodanın kasasındaki eşyaları indiriyorlardı. Saatin ilerlemesiyle beraber, gökyüzünde ateş gibi parlayan güneşin yakıcılığı daha çok hissediliyordu. Daha haziran ayının başı olmasına rağmen yeşil renk pek kalmamış, her yer boz, sarı, toz kokusunda bir renge bürünmüştü. Bu sene hasat zamanı erken –erken olgulaşan tohumdan tam randıman elde edilmez. Sadece kumar oynayıp dikimi erken yapanlar kazançlı çıkarlar- gelmişti.
    —Gülsüm yarın onbeş-yirmi günlük temiz çamaşır hazırla. Köye gideceğim.
    Şaşıran evin hanımı kocasının yüzüne alık alık bakarak:
    —Ne yapacaksın köyde bey, diye sordu.
    Çatık kaşlı, sert görünümlü baba, sigarasından derin bir nefes çekti. Ağzından baca gibi duman çıkarken karısına cevap verdi.
    —Köylerde kimse yok şimdi. Satış olmuyor. Herkes tarlalara dökülmüş. Hasat zamanı köyde iş çıkar. Ablamgilde kalır çalışırım. Çok iş çıkar. İyi para kazanırım.
    —Ekinler ne olacak bey?
    —Ne kadar yer var kız zaten. Otuz dönüm. Ben gelesiye siz biçersiniz. Gelince harman ederiz.
    Kadın içini çekerek, uysal uysal kafasını salladı.
    —Peki bey, dedi. Aklına tepenin üzerindeki sivrisinekli tarla gelmişti. Yazın kavurucu sıcaklığında, ılımış sularla susuzluklarını gidermeye çalışırken, sinekler insanların üstüne öyle bir üşüşürdü ki, insanı değil çalışmak orada bir dakikadan fazla kalamayacak hale getirirlerdi. Ne var ki el mahkûm olunca, tarla bitinceye kadar kalmak mecburiyetindeydiler. Her ana gibi kendisini düşünmüyordu. Çocukları, her sene o tarlada perişan olurdu. Zaten Anadolu Kadınlarının çilekeş yaşamlarına katlanmalarının tek sebebi çocuklarına olan düşkünlükleridir. Sevgileri öylesine güçlüdür ki, en babayiğit kişinin bile altından kalkamayacağı zorlu işlerin altından rahatlıkla kalkarlar. Gülsüm Hanım da öyledir. Altı çocuğun bakımı yetmezmiş gibi, ahırda inekler ve evinin reisinin alışverişte değiş tokuş ettiği köylülerin mallarını –anason, nohut, buğday, arpa, çörekotu, kimyon, yumurcak gibi mahsuller- temizlemek de O’nun göreviydi. Akşama kadar elinde elek döndürerek ve savurarak temizlemeye çalışırdı. Köylüler alışverişte genellikle temizlenmemiş mahsulleri verirlerdi. Gülsüm Hanım, hiç gıkını çıkarmadan çalışırdı, durmadan çalışırdı. Çalıştığı baba tarafından hiç görülmezdi. Ama baba da çok çalışırdı. İkisi de hiç dinlenmeyen bir çark olmalarına rağmen, hiç aksamazlardı. Gülsüm hanımın hiç hastalandığı görülmüş değildir. İşte o tarlaya kendi gitmeye razıydı. Velâkin çocukları bırakacak kimse yoktu ilçede. Hasat mevsiminde herkesin işi, gücü ve çocukları vardı.
    —Yarından sonra başlarsınız, dedi Gülsüm Hanımın düşüncelerini hiç anlamamış, anlasa bile önem vermemiş baba. Bu sırada büyük kızlar annelerinin yanına geldiler. Büyük annenin kulağına doğru eğilerek:
    —Anne işimiz bitti. Biz de suya girelim mi?, diye sorarak izin istediler.
    —Gidin, dedi anne.
    Baba yattığı yerde hafifçe kıpırdanarak:
    —Kıyıdan fazla uzaklaşmayın, dedi. “Tamam baba” dedi, iki kız da. Giysilerini çıkarmadan suya doğru koşmaya başladılar. Terleten bu yakıcı sıcakta, bacaklarını örten, yöre insanlarının üst don dedikleri, çiçekli, kalın kumaştan, bol altlıkları vardı. Şoförlerin ki gibi büyük kapakları olan cepli, güneşte ışıl ışıl parlayan pembe, renkli naylon gömlekler giymişlerdi. Saçları da nakışlı dastarlarla –yazma- örtülüydü. Giysilerini bir an bile çıkarmayı düşünmeden suya girdiler.
    İçlerinden sadece Osman iyi-kötü yüzmeyi becerebiliyordu. Diğerleri bacakları yerde yüzer gibi hareket ediyorlardı. Neşeliydiler. Birbirlerine su fırlatıyorlar, güreş tutuyorlar, çeşitli oyunlar oynayarak suyu, yüzmekten daha çok, çocuk parkı gibi kullanıyorlardı. Bazen küçük ikizlerin tiz çığlıkları duyuluyordu. Daha çığlık kesilmeden büyüklerinin elinden suya doğru fırlatılıyorlardı. Suyla bir süre amansız mücadele eden küçükler en sonunda ayağa kalkmayı başarıyorlar ve korkularını unutarak gülmeye başlıyorlardı. Bir ara küçük ablası Osman’ın yanına geldi.
    —Bize yüzmeyi öğretsene Osman, diye rica etti. “tamam abla” diyen Osman suyun yüzeyine kendisine bıraktı. Çocukların sesleri kesilmiş merakla ve hayretle! Osman’a bakıyorlardı. Suyun yüzeyinde kendisini hareketsiz bırakan Osman’ın başı –bir türlü suyun yüzeyinde tutmaya başaramamıştı- suyun içerisindeydi. Yüzmeye başlamadan sudan başını çıkarmayı bir türlü beceremezdi. Kollarının hareket etmesine eş zamanlı olarak, başı sudan çıktı. Ve suyun yüzeyinde güçsüz kollarının elverdiği ölçüde ağır ağır ilerlemeye başladı. Bir süre sonra doğruldu.
    —Gördün mü abla çok basit! Su seni kaldırır. Suyun üstüne hiç kıpırdamadan uzan, sonra kollarını hareket ettir, derken soluk soluğaydı ve kelimeler kesik kesik çıkmıştı.
    Anlamış gibi görünen ablanın anlamışlığı, suyun üzerine kendisini bıraktıktan sonra ortaya çıktı. Söz geçiremediği ayakları, korkuyla dipteki sağlam yer tabakasını ararken, kalçası suyun yüzeyinde ve başı da diklemesine suyun içerisindeydi. Belirli bir yükseklikten atlamak üzere olan bir yüzücünün halini almış gibiydi. Ablasının başaramayacağını anlayan Osman tereddütlü bir şekilde –belki de ablasına ilk defa dokunuyordu- ellerini ablasının karnının altına koydu, destek olmaya çalıştı. Bu destekle başını sudan çıkaran ablasına:
    —Ellerinle, bacaklarını benim gibi hareket ettir, dedi.
    Osman’ın dediğini yapan abla suda ilerlemeye başlamıştı. Tüm kardeşlerin ağzı bir karış açıktı. Osman ablasının hareketiyle beraber ellerini çekti. Ellerin güvenini yitiren abla, tekrar suda debelenmeye başladı. Bu sırada annelerinin sesini duydular. “Hadi yemek hazır gelin gari”.
    Sudan çıkan çocuklar, çadıra doğru koşmaya başladılar. Ablasını kaldıran Osman:
    —Annem çağırıyor abla, yemekten sonra devam ederiz, diye açıklama yaptı. Nefes nefese olan abla, heyecanlı bir şekilde “nasıl oldu mu biraz” diye sordu. Osman gülümseyerek “oldu abla bir süre sonra benden bile iyi yüzeceksin” diye yanıtladı. Mutlu bir şekilde gülen ablasıyla beraber çadıra doğru koşmaya başladılar.
    Kalabalık artmaya başlamış, sesler çoğalmış, ortalığı neşeli konuşmalar ve koşuşturmalar kaplamıştı. Boz renkli kayalıkların aralarında kalan konaklamak için uygun düz yerler, insan şekilleri ve onların getirdiği eşyalarla kaplanmıştı.
    Osman’ın ailesinin yanına anne, baba ve on, oniki yaşları arasında gösteren, parlak, altın renginde saçları olan bir kız çocuktan oluşan küçük bir aile yerleşmişti. Ünlü bir meşrubat firmasının reklâmıyla kaplı olan, şemsiyeye benzer gölgelikleriyle hemen dikkat çekiyorlardı. Kız çocuğu, küçük memelerini örten düz sarı renkli bir bikini giyerek, nazlı nazlı suya doğru koşmuştu. Bir süre sonra anne ve babada soyunarak bikinilerini giydiler. Yörenin insanları, her ne kadar gölde böyle vakalara artık alışık olmuş olsalar bile gizli bakışlar ve fısıltılar hemen başlamıştı. “Töğbe, töğbe” “Dünyanın çivisi çıktı” “Allah taş yağdıracak” Allahları böyle konuşmalara izin vermemiş olsa bile konuşmalar durmadan devam ediyordu. “Görüyon mu kancığı, azmış bunlar azmış” “Bunlar yüzünden deprem oluyor” Erkeklerin ise ağız kenarlarından sular akıyordu. Bir kaçı mastürbasyon yapmak için uygun bir yer bile aramaya başlamışlardı. Bu bakışlardan rahatsız olan kadın kocasının duyabileceği şekilde ve kızgın olduğu anlaşılan ses tonuyla “illaki tutturdun onların arasında olacağım diye, iyi insanlarmış” diyen karısının haklılığından dolayı “yinede iyi insanlar” cümlesini yutmak zorunda kaldı. Bir daha böyle bir şeye kalkışamayacağını düşünürken, bu insanların yabaniliklerini, nasıl eğitebileceğini ve yeniliklere nasıl alıştırılabileceğinin projeleri kafasında dönüp duruyordu.
    Birçok yetişmiş, büyük adamlar gibi –rastlantısal ve idealleri doğrultusunda çıkan tayinler- bir süre sonra karısının ısrarıyla tayinini büyük bir ile istemek durumunda kalacaktı.
    Adam suya girmenin daha iyi olduğunu düşünerek yattığı yerden doğruldu. O an için komşu sayıldıkları aileye dönerek:
    —Su nasıl, diye sordu.
    Turgay herkesten önce atılarak girişkenliğini bir daha onaylatmak durumunda kaldı. “sıcak, çok güzel amca” Diğerlerinin pek cevap verecek durumu da yok gibiydi.
    Osman’ın suya doğru kaçamak bakışlar atan gözleri alıklıktan başka ışıltılı bir ifade taşıyordu., hülyalı hayallerle dolu olan kafasında ilk defa bir kahraman isminin izi yoktu. “Teşekkür ederim” diyerek Turgay’a doğru göz kırpan adamın hareketlerini görüyor ama algılayamıyor, sesini duyuyor ama ne dediğini anlamıyordu. Kız dikkatini çekmişti.
    Osman bilinçsizce karı kocanın peşinden yürümeye başladı. Bu sırada altın rengi saçlarıyla kız da sudan çıkarak anne ve babasının yanına doğru neşeli bir şekilde koşuyordu. Kız suyun ne kadar güzel olduğunu şen sesiyle anlatırken, kıvançla kızlarını dinleyen anne ve baba duraklamışlardı. Biraz sonra olacak olay korkutacak zaman bile bırakmamıştı.
    Üçü bir anda şaşkın bakışlarını hızla onlara doğru atlayan Osman’a çevirdiler. Osman suya doğru ilerlerken yerde hareket eden parıltılı bir nesnenin kızın bacaklarına doğru ilerlediğini görmüştü. Bu nesnenin yılan olduğunu anlar anlamaz, pervasızca atlayarak yılanı kuyruğundan kaparak, havada döndürmeye başlamıştı. Küçük kızla anne hemen diplerinde havada fırıldak gibi dönen yaklaşık bir metre boyundaki, kalın enli yılanı gördüklerinde eş zamanlı olarak çığlıklarını saldılar. Osman ise büyük bir hızla –korkusunu ve iğrentisinin yılanı öldürmekle geçeceğinin bilincinde olarak- yılanı döndürüyordu hala. İsmini unuttuğu kitabın birinde “yılanı havada sallarsan tüm kemikleri kuyruğuna doğru dökülür” yazısını uygulamaya dökmenin sevinci ise korkudan daha büyüktü. Öldüğüne iyice emin olduktan sonra, suya doğru fırlattı yılanı. Suyun yüzeyinde bir süre duran yılan gözden kayboldu. İyi bir iş yaptığını önündeki adamın iftihar dolu gözlerinden okuyordu. Yalnız bir anda koşarak yanlarına gelen babası tüm sevincini kursağında bıraktı. Kafasına okkalı bir şaplak inen Osman, babasının sözlerine dikkat etmeye çalışıyordu.
    —Salak, hiç bir şeyi tam yapmaz mısın sen. Şimdi nasıl yüzeceğiz?
    Kızın babası Osman’ın yardımına koştu.
    —Oğlunuz çok cesurdu beyefendi, dedi.
    Gururlanan baba:
    —Ama beyim dağdan su içmeye gelmiştir yılan zehirli olabilir.
    —Ölmüştür beyefendi o kadar sallamaya kemikleri dayanmaz. Yumuşacıktır kemikleri, hemen dökülür. Oğlunuz galiba bunu bildiği için salladı havada. Cesaretinin yanında bilgelik de var, diyerek Osman’ın sırtını sıvazladı. Osman gururla küçük kıza bakarken dudak kenarları gülümsemekten yanaklarını zorluyordu. Böylece iyice aralanan dudakları ön dişlerindeki kara boşluğu çıkarmış, yüzünü kurbağa yavrusuna döndürmüştü. Kız bir an yüzünü buruşturur gibi oldu. Güçlü sezileri olan Osman’ın gülümsemesi dudaklarında dondu. Babası da dâhil herkesi şaşırtarak başını önüne eğdi, kısa omuzları çöktü, cılızlığın simgesi olan yağsız kaburga kemikleri, bir kere içlice inip kalktı ve suya doğru yürümeye başladı. Göğsü artık hareketsizdi. Arkasından adamın kızına “teşekkür etmeyecek misin arkadaşına?” sorusunu duydu. Kızın ayak seslerini duyunca da gözyaşlarını göstermemek için suya doğru koştu. Ve gidebildiği kadar uzağa gitti. Küçük kulaçları fazla ileri götürmese de tanıdıklarından uzaktı. Boyu aşalı birkaç adım olmuştu. Suyun yüzeyinde durmaktan yorulunca geriye yüzüyor, ayaklarını dibe basıp bir süre dinlendikten sonra tekrar derin sulara doğru kulaç atıyordu. Yalnızlık sığ sulardaydı. Sığ sular ise çelik gibi bir irade ve ölümüne cesaret isterdi. Güneş soğumuş muydu? Yüreğimiydi soğuyan?
    Kızların varlığını o günden itibaren uzunca bir süreliğine unuttu. TA Kİ...

    *
    Küçük sivrisineklerin sesleri duyulmaz. Böcek âleminin kurtlarıdır onlar. Avını izlerler ve hep birlikte saldırırlar. Binlercedir. İlk ısırıkları hafif bir acıyla başlar. Sonra ise vücudunuzda sayısız kabarcık görürsününüz. Doyumsuzdurlar. Bedeninizin örtülmemiş yeri kalmamış olsa bile pes etmezler, açık bir yer muhakkak bulurlar. Kan kokusunu onlardan daha iyi alan başka hayvan yoktur. İnsanların olduğu yerde toplanırlar. Ve başlarından ayrılmazlar. Şehir sivrisinekleri gibi ışığa koşmazlar. Et ve kan çağırır onları. Çocukların kanı daha lezizdir, içgüdüsel olarak bunu bilirler. Birkaç saat sızlayan, inleyen ve bu arada bir kaçını öldürmeyi başarabilen çocuklar bir süre sonra onların varlığını unuturlar, artık sivrisinekler için ölüm fazla kan emmekten gelmektedir. Mutludurlar. Oyun oynar gibi ekin biçen çocuklar, onlar için bir besindir. Tehlikesiz, tedbirsiz ve zararsız.
    Çocukların ekin biçmeye yardımları ilk gün için öğleye kadardır. Daha sonraki günler için ise bir iki saati geçmez bu zaman zarfı. Küçükler ise hiç çalışamazlar artık. Annelerinin sırtında bir yüktür. Anne Turgay’ı, genellikle ikizlere bakmakla görevlendirir. Ablalar anneyle beraber çalışır. Osman ise güçsüz bedeniyle, elinden gelenin en fazlasını yapmaya çalışır. Güneş bir ateş topudur, yakar, kurutur. Dudaklar çatlar. Yüz pul pul dökülür. Boyunlar esmerleşir. İlk önce kırmızılaşan ten, sonra esmerleşir. Bronzlaşma seansları değildir bunlar. Güneşin altında kıçını dönüp yatmakla değil, çalışmakla olur. Krem yoktur. Güneşin etkisini azaltacak hiçbir şey yoktur. Ve belediye bırak dağın başını, ilçeyi bile ilaçlama isteği duymaz. Sivrisinek eşliğinde ve güneşin altında, otuz dönümlük tarlanın dönüm sayıları her dakika artar. Sanki orak salladıkça tarlanın hacmi artmaktadır. Dev, karanlık bir okyanus olur. Git git bitmez. Annenin “biçilen yere bakın” öğütleri saliselik mutluluktan öteye gitmez. Gidemez. Çünkü çocuklar oyun çağındadır, çünkü çocuklar eğitim çağındadır. Çünkü çocuklar öğrenme çağındadır. –Yazarın notu: ülkemizdeki para babaları işte bu çocukların sivrisineğe verdikleri kandan para kazanmaktadırlar. Kan deryası ve kanla, çocuklarını koleje gönderirler ki, sivrisinekler oldukları yerde kalsın. Ne yok edilsinler, ne düşünebilsinler, eğlensinler yalnız, eğlensinler ama hiçbir şeyi tanımlayamasınlar. Neyse ağabeyimin yazdıklarını çok okumuşum galiba. Bana böyle sayrılıklar tutmazdı. Ağabeyimin geçmişini unuttuğunu sanmakla ne kadar yanılmışım. Hepimizi gönlünde taşırmış meğerse.-
    —Osman hadi. Diye, seslenerek oğluna yemeğin hazır olduğunu söyledi, anne.
    Osman ekinlerinin arasında, orağı elinde, çömeldiği yerden ayağa kalktı. “geliyorum anne” diye cevap verirken biçilmemiş kısma bakmaktan kendini alamadı. Bu tarlanın biteceği gerçeğini bilse de umutsuzluk bitmeyeceğini söylüyordu. Umutsuzluk konuşur muydu? Konuşurdu ve çok şeyler söylerdi insana.
    Pes etmeyen tek o kalmıştı. Sıcağa ve sineklere. Annesi ve ablası gilin tuttuğu eynelin önüne geçer ve durmadan küçük gedikler açarak işleri kolaylaştırmaya çalışırdı. Annesinin beraber eynel tutalım ısrarını hiç kabul etmezdi. O tek ve yalnız çalışmasını severdi. Tek başına bu tarlayı biçme görevi verilse ekin biçme işi bu kadar zor gelmezdi. Tek başına bir iş başarabilmenin sevincini ondan daha iyi yaşayan olamazdı. –yazarın notu: Eynel tarlaları belirli parçalara bölerek biçmek demektir. Bu parçalar tarlanın büyüklüğüne göre azalır veya çoğalır. –yazarın notu:Seçkin insanlarımız masaların başında halklarının konuştukları kelimeleri bulurlarken bu kelimeyi gözlerinden kaçırmışlar galiba! - Bu kelime o tarlalardadır. Hiçbir kitaba girmez, kalıba sokulamaz. Tarlalarda ter dökenlerindir. O küçük tepenin üzerindeki otuz dönümlük kıraç tarlalarının üzerindedir eynel. Ve bir eynel en azından bir saatliktir. Ve, ve oradaki güneşin önünde, çöldeki güneş eğilir, sen büyüksün der, sen beni bile kavurursun der. Güneş konuşur mu? Konuşur. Orak, çapa, andat, dirgen, yaba, tırpan eldeyken, çocuklar yanarken güneş konuşur. Emekçi çocukların haklarını savunacak sosyalistler ve sendikalar yoktur. Ve imamlar camilerde oynayan çocukları “allah çarpar” diye kovarlar. Allah’ın çarptığı çocuk duyulmamıştır. Ama güneş çarpar. Tarlalardan da kimse kovmaz çocukları. Gözlerine kum kaçan çocuklarını gördükçe anne üzülür, sivrisinekler kan emdikçe çaresiz anne çaresizliğiyle kalakalır. Ter çıkmaz bir noktadan sonra. Tuzluluk oranı artan ten, yandıkça, çok sevdiğimiz popüler bir bayan sanatçımız! Ve yine çok sevilen popüler bir derneğimizce! Yılın annesi seçilir. Ve Osman büyüdüğünde şunu düşünecektir: “yılın çocuğu kim?”
    Yemeğini yiyen bir kenara geçerek -yorgun bedenlerini bir süre dinlendirmek için- esmer toprağa uzanmışlardı. Osman ise çantasından bir kitap çıkarmış, okumaya başlamıştı. Onun yanına uzanan Turgay ise okşayan gözlerle ağabeyine bakıyordu.
    —Dinlensene biraz abi.
    —Çok heyecanlı bir yerinde kaldım.
    —Ağabey bırak artık şu kitapları. Yaşamanın kurallarına uy.
    —Anlamadım, derken garip bir parıltıyla küçük kardeşine bakıyordu. Birbirlerini hiç anlayamayacaklarını hissediyor. Ama bu hissedişin neden kaynaklandığına dair bir açıklama getiremiyordu.
    —Ağabey insan yaşarken bazı kurallara uyar. Mesela yorulunca dinlenmek gibi.
    —Yorulmadım ki.
    Turgay kafasını sallayarak:
    —Hiç anlayamayacaksın beni değil mi ağabey? Herkesten fazla çalıştın. Yorgunsun. Ama aklın kitapta olduğu için, uykuyu düşündürecek yorgunluğu duyumsamıyorsun, diyerek yaşından büyükçe bir konuşma yaptı. Turgay daima akıllı ve gerçekçi konuşurdu. Ağabeyinin hayallerini sabırla dinler, ama ciddiye almazdı. Yaşamda ki sınırları bilir, emellerine ulaşabilmek için, disiplinli bir çalışma gerektiğini ve yaşamın kurallarını anlar ve uygulardı. İyi-kötü, doğru-yanlış, kavramlarını ayırt edebilir ulaşılamaz hedefleri hiç düşünmezdi. Büyüklerin konuşmalarını dinler, öğütlerini kulak arkası etmezdi. Derslerine de iyi çalışırdı. Ama o kadar çalışmasına rağmen ağabeyinin notlarının yüksekliğine ulaşamaz, ulaşmakta istemezdi zaten. Nasıl olsa bir gün geçecekti. Ağabeysi yaşamın katı gerçeklerini, kurallarını gördükçe kafasında dönüp duran hayalleri ona büyük acı vermeye başlayacak ve her şeyden soğuyacaktı. Turgay, küçük olmasına rağmen bunu görebiliyordu -yazarın notu: çözmüşsün ağabey beni. Belki de daha ilk baştan. Hayatta yapabileceklerimi diğer yazılarından anladım kadarıyla çok önceden öngörüş yeteneğinle tahmin etmişsin. Ve diğer birçok şeyi ön gördüğün gibi. Seni çok özlüyorum, ağabey. Senin notlarınla öz yaşam öykünü yazmak ne kadar zormuş meğerse. Onları bir araya toplamak. Sadece seni –etkilendiklerinle- anlatan paragrafları bulmak, bu kadar yoğun paragrafların içinde boğulmak ve seni özlemek ağabey. Ve her cümlede biraz daha değişmek. Hatta rüyalarda hayaller kurmaya başlamak. Yaşamayı senden öğreneceğimi hiç tahmin etmezdim-
    Ve Turgay ağabeysi için üzülüyordu.
    —Sen akıllı ve iyi bir çocuksun, dedi Osman içten gelen bir sesle.
    Turgay üzgün bir edayla ağabeysine baktı.
    —En iyisi ve akıllısı sensin ağabey.
    —Yok, yok dedi ivedi bir ses tonuyla Osman. “İyi değilim. İyi olmak için daha çok çalışmam gerek”. Turgay’ın sözlerini kabul etmese de duyduğu güzel şeylerdi, hoşuna gitmişti. Sonra kitabı aklına geldi. Ve her şeyi unutarak hızlıca kaldığı yeri buldu, okumasına geri döndü. Turgay’da ümitsiz bir şekilde toprağa uzandı.
    O yaz, tarla on beş günde bitti. Aile perişan olmuştu yorgunluktan. On beş uzun gün, aralıksız, sürekli çalışma, güneş ve sivrisinekler. Baba tarla bittikten beş gün sonra geldi. O da yıpranmış, zayıflamıştı. Sinirli babanın gelişiyle ailede ki yirmi gündür serbestçe çıkan neşeli sesler, artık eskisi kadar duyulmaz oldu. Osman, çocukluğunun en güzel günlerinin babasız geçen yirmi gün olduğunu düşündü.
    Yapabildiklerim Yapabiliceklerimin Yarısı Bile Değil

Konu Bilgileri

Bu Konuya Gözatan Kullanıcılar

Şu anda 1 kullanıcı bu konuyu görüntülüyor. (0 kayıtlı ve 1 misafir)

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  
YASAL UYARI
Ekonomi, Borsa ve Para piyasaları" bölümünde yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti Sermaye Piyasası Kurulu tarafından yayımlanan Seri:V, No:52 Sayılı "Yatırım Danışmanlığı Faaliyetine ve Bu Faaliyette Bulunacak Kurumlara İlişkin Esaslar Hakkında Tebliğ" çerçevesinde aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çevresinde sunulmaktadır. Burada ulaşılan sonuçlar tercih edilen hesaplama yöntemi ve/veya yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmakta olup, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabileceğinden sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi sağlıklı sonuçlar doğurmayabilir.Yatırımcıların verecekleri yatırım kararları ile bu sitede bulunan veriler, görüş ve bilgi arasında bir bağlantı kurulamayacağı gibi, söz konusu yorum/görüş/bilgilere dayanılarak alınacak kararların neticesinde oluşabilecek yanlışlık veya zararlardan www.keyborsa.com web sitesi ve/veya yöneticileri sorumlu tutulmaz.
Google Privacy Policy
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193