Tiyatrom.com okurlarına hizmet amacıyla ve telif haklarına olan saygısı nedeniyle sadece yazar ya da çevirmenlerinin yayınlamamıza izin verdiği oyun teksterlini okurlarına hizmet amacıyla yayımlamaktadır. Bu kültür hizmetine katkıda bulunarak oyunlarını sizlere iletmemize izin veren tüm oyun yazarlarımıza teşekkür ediyoruz. Sahnelemeyi düşündüğünüz oyunlardan yazarlarını haberdar etmeniz saygı davranışı olarak önerilir
Bu oyunun bütün telif hakları yazarına aittir.
DAVETLİ MİSAFİRLER
Tek perdelik Drama
Eser Sahibi:
Dr. Mehmet Murat ildan
KİŞİLER
Orhan
Sedat
Necla
Duygu
Kemal Reis
Christos Evgenikos
Vasilios Teocharis
Lydia Teocharis
E-Posta: muratildan@yahoo.com
Web-Site: http://www.geocities.com/muratildan

Bu oyunun bütün telif hakları yazarına aittir.

2006
2003 yılının Temmuz ayı. Bütün oyun
boyunca arka plânda hafif dalga sesleri
işitilir; zaman zaman da martı çığlıkları duyulur.
Orhan: (Bağırarak) Dikkat et, Sedat, oltanın ipine takılıp düşeceksin!
Sedat: (Bitkin) Ne yapayım, açlıktan gözüm kararıyor, iyi göremiyorum! Bir buçuk saati geçti, halen bir sonuç alamadık! Bugün oltamıza bir balık takılacak mı dersin, Orhan?
Orhan: Eğer balıklar şu sıralar bir evrim geçirip akıllanmadılarsa oltamıza takılacaklardır elbette!..
Necla: (Alaycı) Ya şu aralar bir evrim geçirdilerse? Ya oltanın ne olduğunu anlayacak bir zekâ düzeyine kavuştularsa artık?
Orhan: Hey, millet, rica ederim biraz daha sakin olun, azıcık daha sabredin; kremalı bisküvilerle idare ediverin, ölmezsiniz ya!..
Sedat: Midemiz artık abur cuburu reddediyor, şöyle adamakıllı bir şeyler yememiz lâzım, Orhan!..
Orhan: Yersiniz, yersiniz, merak etmeyin! Sabredin! Ne demiş üstat Jean Jacques Rousseau? Sabır acıdır, ama meyvesi de tatlıdır!.. Ve Çaykovski de aynen şöyle söylemiş: “Sabırsız insanlar, zavallı insanlardır!”
Sedat: (İsyankar) Bizim felsefeye değil balığa ihtiyacımız var Orhancım!..
Necla: Off, hava ne kadar sıcak! Dev bir ütü bizi ütülüyor sanki!..
Orhan: Sevgili Necla, dolaşıp durma etrafımda, yemlere basacaksın; yem olmazsa balık da olmaz! Hadi, geç otur yerine lütfen, uzun saçlarınla oyna, her zaman yaptığın gibi!.. Sedat! Şu tırnaklarını kemirmeyi bırak lütfen, sinir bozuyorsun!..
Necla: Kayalık yerde balık çok olur diyip getirdin bizi bu ıssız yerlere, Orhan! Duygu’yu dinleyip balıkçıdan iki kilo balık alsaydık…
Duygu: Tabii yaa, bu sabah Sığacık’ta beni dinleyip balık alsaydınız, üstelik de taptazeydi!
Orhan: Arkadaşlar dikkatinizi midenize değil başka şeylere verin, başka şeyler düşünün!
Sedat: Ne düşünelim ki? Aç tilki tavuktan başka ne düşünebilir?
Orhan: Biraz sanatçı ruhlu, biraz da geniş yürekli olamaz mısınız sevgili arkadaşlar? Bakın, sizi ne kadar enfes bir koya getirdim; batmakta olan temmuz güneşinin denizdeki büyülü pırıltılarını izleyin, bir süre sonra turuncudan kızıla dönüşmeye başlayacak muhteşem görüntüye hazırlanın, buranın tadını çıkarın. Karşıdaki Sisam adasının güzelliğini seyredin; adanın en yüksek dağı olan Kerki’nin heybetine bir bakın; etrafta sis pus olmayınca ne kadar da net görülebiliyor… Haftaya orada olacağız işte!..
Duygu: Niye Sisam diyorlar ki oraya?
Orhan: Uzun yıllar Osmanlı'nın susam gereksinimini karşıladığı için öyle diyorlar işte!.. Masalcı Aisopos, Dünyanın Güneşin çevresinde döndüğünü ilk düşünen zeki Aristarkos, zevk düşkünü Epikuros, üçgen ve dörtgenlerin açılarını ilk kez dile getiren matematikçi Pisagor, mimar ve heykeltıraş Theodorus, tarihin Babası Herodotos ve 20. yüzyıl Yunan şairlerinin en büyük ustalarından olan Yannis Ritsos da bir süre orada yaşamış… bunların hepsi işte burnumuzun dibindeki şu şirin adada doğmuşlar!.. Dünyanın en büyük antik heykellerinden Samos Kuros’u da oradadır…
Sedat: Ayaklı kütüphanesin vesselam!
Orhan: Ege Denizi tarihi üzerine mastır yaptığımı unutuyorsun!..
Sedat: Şu Pisagor’u da hiç sevmem, onun yüzünden geometri dersinden sınıfta kalmıştım!..
Necla: Sence bu ada bize ne kadar yakın, Orhan?
Duygu: Kaç kulaç atsak karşıya geçeriz acaba?
Orhan: Nerede olduğuna bağlı, sevgili Duygu. Dilek Yarımadası’nda olsaydık üç yüz kulaç bizi karşıya ulaştırırdı; o kadar yakın yani!.. Ama tabii o yakın noktaya gitmek için Aydın İl Jandarma Komutanlığı'ndan izin almak şart… Sisam’ın en güzel plajlarından biri olan Psili Amos’tan 150 kulaç atan Yunanlı dostlarımız Türk karasularına girip ilginç duygular tadıyorlar yaz ayları boyunca…
Duygu: Adadaki dağlar ne kadar da yüksek görünüyorlar; adalarda böyle yüksek dağlar olmaz sanırdım hep!
Necla: Hey, çocuklar! Sağ tarafa bakın, bir tekne geliyor!
Sedat: Güvertesi turist dolu! (Tekneden Türk pop müziği sesleri gelir ve bir süre arka plânda duyulur.) Oh, vur patlasın, çal oynasın! Ecnebi kardeşlerin keyifleri pek yerinde!..
Orhan: Kuşadası’na dönüyorlar. Bu tekneler sabah erkenden turistleri alıp masmavi koylara götürürler; akşam dageri getirirler, gerçi rüyamsı koylarda yüzmenin tadını alanlar hiç de geri dönmek istemezler ama… (Teknenin düdüğü duyulur.) Kaptan bizi selâmlıyor herhalde!..
Necla: Evet, evet, güvertedekiler de bize el sallıyorlar! (Bağırarak) İyi yolculuklar, dostlar! Bon voyaj! Bon voyaj!..
Duygu: (Bağırarak) İyi yolculuklar, hepinize! Kendinize iyi bakın!
Sedat: Tekne hızla uzaklaşıyor! (Pop müziğin sesi azalır ve artık duyulmaz.) Bu ıssız koyda yine bir başımıza kaldık!
Orhan: Hiç de bir başımıza değiliz, tepemizde uçan tombul martılar var, kayalıklara dikkatli bakarsan yengeçleri de görürsün!.. (Serçeler öter.) Duyuyor musun, Sedat, serçeler biz de buradayız diyorlar!..
Sedat: Onlar kremalı bisküvilerin peşindeler, son bisküvilerimizin!.. Çadıra gidip uyusam mı acaba? Balık oltaya takılınca beni uyandırırsınız, ha?
Duygu: Uyuyacağına benim bisikletimi tamir et, bir işe yara! Ön tekerime diken batmış, zincirde de bir sorun var, altıncı vitese geçmiyor, o yüzden hep geride kalıyorum ya!..
Sedat: Az kalan enerjimi idareli kullanmalıyım, Duygu!.. (Cırcır böcekleri öter.) Bunlar susmazlarsa çadırda uyku yok demektir bizlere!.. Şu çalılıklara bir taş atayım, sesler oradan geliyor! (Çalılıkların içine düşen taş hışırtılar çıkarır. Cırcır böcekleri susar.)
Orhan: Durun, oltaya bir şey takıldı sanırım!
Duygu: Ah, Tanrım, nihayet!
Sedat: (Gergin) Oltayı çek, Orhan, oltayı çek!
Necla: (Gergin) Aman, hızlı çekme, balık oltadan kurtuluverir yoksa!..
Orhan: Telâşlanmayın, panik yapmayın, ipi yavaşça sarıyorum; ağırlığına bakılırsa, bu bir sardalye ya da istavrit falan değil bence, irice bir mercan balığı olabilir…
Sedat: Şanslıysak büyükçe bir somon!.. Kızartması harika olur… eti yağlıdır, o yağlar ateşte öyle cızır cızır eder ki… Üff, ağzım sulandı…
Orhan: O kadar şanslı olamayız, sevgili Sedat, çünkü somon balıkları Karadeniz’de ve Sakarya ırmağında yaşarlar!..
Sedat: Birkaç saniye hayal kurmaktan hiçbir zarar gelmez, belki somonun teki yolunu şaşırıp buralara gelmiştir!..
Duygu: (Hayal kırıklığı içinde) Ayy, olamaz ya!
Necla: Sadece plastik bir şişeymiş!..
Sedat: Bu iş böyle olmayacak, Orhan! Buralara en yakın bir medeniyet yerine gidip oradan yiyecek bir şeyler getireyim.
Orhan: Doğada yön bulmasını bilmezsin sen, arka taraf ormanlık, bir de seninle uğraşmayalım!
Sedat: Hiç de sandığın gibi değil! Yön meselelerini en az senin kadar iyi bilirim!
Orhan: Hadi canım sen de!
Sedat: Saati yere paralel tutup, saatin yelkovanını Güneşe çeviriyoruz; yelkovan ve on iki arasındaki açıortayı güneyi gösteriyor! İşte bu kadar basit!..
Orhan: Saatin yelkovanını değil akrebini güneşe çevireceksin şaşkın adam!.. Bu kadar basitmiş!..
Sedat: Bir de sopa yöntemi vardı! Bir metre boyunda bir sopa alıp toprağa dik saplıyoruz, sopanın yere düşen gölgesinin uç noktasına…
Orhan: Bırak sopayı şimdi, bu ip şişenin kulpuna fena dolanmış!..
Sedat: Ver şunu çıkarayım. Bir şöyle bir öyle bir de böyle yaptık mı bu düğüm açılır. Al işte oltan, ne işe yarıyorsa!.. Açlığımın hıncını bu lânet plastik şişeden çıkarayım bari!..
Duygu: Ayy, ayağıyla şişeyi patlatacak! Kulağını tıka Necla! (Şişe patlar.)
Sedat: Oh, biraz rahatladım.
Necla: Bu da nedir böyle?(Tırnağıyla tıklatınca cam sesi gelir.) Plastik şişenin içinde yeşil renkli küçük bir cam şişe var!
Duygu: İçinde de sanki rulo yapılmış bir kağıt duruyor.
Necla: Kapağı çok sıkı kapalı, içine bir damla su geçmemiş! Sedat, şu kapağı açar mısın? Ama rica ederim ayağını değil elini kullan! Biliyorsun maymunlar bile ellerini kullanıyorlar!..
Sedat: (Esrarlı bir ses tonuyla) Hey, arkadaşlar, düşündüm de, İzmirli hemşerimiz Homeros’tan geleceğe yazılmış bir mesaj vardır belki de içinde! Homeros’un bilinmeyen epik bir şiiri ya da İlyada destanı gibi bir şey…
Orhan: Homeros zamanında plastik şişe yoktu!
Sedat: Ne zaman hayal kursam hemen beni bozarsın!..
Necla: Gevezeliği bırakın da açın şu şişeyi!..
Sedat: Tamam, tamam, açtım. (Şişeyi koklar.)
Duygu: Niye kokluyorsun şişeyi?
Sedat: Parfüm kokusu geliyor da ondan! Bu kağıt parfümlenmiş! Nasıl çıkaracağız içinden?
Necla: Cımbızla tabii ki! Duygu, cımbızını verir misin?
Duygu: Al bakalım, Sedat.
Sedat: Kadınlar her zaman her şeye hazırlıklıdırlar!.. Ben kadınları ameliyatlarda asistanlık yapan şu yardımcı doktorlara benzetiyorum. Neşter diyorsun geliyor, testere diyorsun geliyor…
Duygu:“Tokat” dersen o da gelir!.. (Gülüşmeler.)
Sedat: İşte rulo çıktı, boş bir kağıt parçası da olabilir… Hayır, hayır, bu kağıdın üzeri yazılı!.. (Gizemli bir ses tonuyla) İlerlerde bir yerde bir şato var belki de; şatoda Monte Kristo Kontu gibi mahkum olan birinden gelen bir haber olabilir…
Duygu: Ayy, kendimi Sofi’nin Dünyası’nda gibi hissettim. Esrarengiz bir mesaj aldık!..
Necla: İyi de canım orada mektubu bir köpek getiriyordu, plastik bir şişe değil!..
Orhan: Ne yazıyor içinde, Sedat?
Sedat: Kalimera, diye başlamış mektup. Al istersen, Orhan, sen oku. Ben anlamam kalimera malimeradan!..
Orhan: Kalimera Yunanca merhaba demek!
Sedat: Vay canına, demek bu şişe şu karşı adadan geliyor!
Orhan: Rüzgârın yardımıyla arkadaki Nikaraya ya da Fırın adasından da gelmiş olabilir pekâlâ!..
Sedat: Kültürlü ukala!..
Orhan: Mektubun devamı Türkçe yazılmış neyse ki! Yazan kişi Türkçe biliyor ama, çok yazım hataları var… Hmm, gerçekten ilginç… ne tuhaf yaşamlar var… vay canına… hmm… romansı bir durum…
Duygu: Bu ne bencillik ya! İçinden okumasana, Orhan! Yüksek sesle oku da biz de duyalım!
Orhan: Mektup, Sedat’ın dediği gibi karşıdaki Sisam adasından geliyor.
Sedat: Ben demiştim size!..
Orhan: İkinci Dünya Savaşı’nda Sisam adası Nazilerce işgal edilmiş.
Sedat: Nazilerin sekiz kollu bir ahtapot gibi oldukları doğru gerçekten; her yere el atmışlar!..
Orhan: Bu Alman işgali sırasında çok sayıda Sisamlı adadan kaçarak üç dört yıl boyunca Kuşadası ve Söke'de yaşamışlar. İşte bu mektubu yazan kadın da o dönemde iki yaşında bir bebekken ailesiyle birlikte bu sığınmacılardan biriymiş, üç yıl orada kalmışlar; 1960’lı yıllarda Sisam’ın başşehri Vathi’de bir ilkokulda öğretmen olmuş. Daha sonra 1967 yılında, gezmek ve beş yaşındayken hayal meyal hatırladığı bu yeri yeniden görmek için Söke’ye gittiğinde orada bir Türk’le nişanlanmış ve bir de oğlu olmuş…
Sedat: Herhalde bu mesajı alanlardan da oğlunu bulmalarını istiyordur şimdi!.. Yanılıyor muyum?
Orhan: Yanılıyorsun, çünkü öyle bir talep yok burada! Bayan Elepheria Evgenikos, bu mektubun meçhul yazarı, son beş yıldır tekerlekli sandalyeye mahkum olduğunu, 1960’lı yılların sonlarında Söke ve Kuşadası’nda geçirdiği güzel günleri, içten dostlukları çok özlediğini yazmış. Şöyle diyor: Sevigili komşum, eğer bu mektubum eliniz geçerise, beni adadaki evimde ziyarete gelebilirsinizmi? Oturup sizile sohbet etmeyi çok isterim!
Sedat: Evini nasıl bulacakmışız ki?
Orhan: Burada adres var. Evin bulunduğu yerin bir krokisi bile çizilmiş! Sanırım tam deniz kenarında!..
Sedat: Ver şuna bir de ben bakayım. (Kağıt sesleri) Kadının ismi Elepheria Evgenikos değil ki, mektubun sonunda Efharisto Poli yazıyor!
Orhan: (Gülerek) Efharisto Poli Yunanca “Çok teşekkürler” demek!..
Sedat: Büyük ihtimalle karşı adadaki şakacılardan birinin eşek şakasıdır bu, ciddiye almaya gerek yok bence…
Orhan: Şaka olduğunu hiç sanmam; kağıdın parfümlenmiş olması bir incelik belirtisi… Ayrıca da çok içten yazılmış bir mektup bu bence…
Sedat: Şakacılar içten yazamazlar mı yani?
Necla: Hişt, susun, bir ses var!
Sedat: Tam tam sesleri! Yerliler geliyor, bizi yiyecekler, ıstıraplarımız da sona erecek!..
Duygu: Hayal gücünün hayranıyım, Sedat, ama bu bir motor sesi!..
Orhan: (Coşkulu) Bir taka geliyor! Taka taka taka taka!..
Sedat: Doğrusu bu sevinçli halinden çok şüphelendim, Orhan! Gözlerin de parıldadı bir anda!.. Şimşek hızıyla yine ne plânladın seni hınzır!
Orhan: Ondan rica edebiliriz!
Necla: Neyi rica edebiliriz?
Orhan: Bizi karşı kıyıya geçirmesini!
Sedat: Aman ne komik! Ha ha ha! Açlık başına vurdu senin! (Dağ başını duman almış şarkısını değiştirerek söyler.) Daaağ baaşınııııı açlık aaaalmış, gümüüüş Orhan duuurmaz akar….trallal lal lal lom….
Duygu: Güneş ufuktan şimdi baaatar, kayıklara doluşalım arkadaşlar…. trallal lal lal lom….
Orhan: Saat yedi şimdi. Deniz sakin, dokuz gibi karşıda oluruz bence! Sonra da bayan Evgenikos’u ziyaret ederiz, ona hayatının en büyük sürprizini yaparız! Çadırın arka tarafında yabani çiçekler var; sevgili Duygu o becerikli elleriyle bize bir demet yapıverir hemen, elimiz boş gitmek bize yakışmaz değil mi arkadaşlar?..
Sedat: Delisin, sen deli!
Necla: Biz hiçbir yere gitmiyoruz!
Orhan: O halde ben de tek başıma giderim!
Sedat: Bu Orhan kadar inatçı bir adam dünyada yoktur! Kafaya bir taktımı…
Duygu: Seni tek başına bırakmayacağımızı pekâlâ biliyorsun, Orhan!
Orhan: O halde birlikte gidiyoruz? Hadi arkadaşlar, macera ruhunuza ne oldu? Gidip yeni insanlarla tanışırız, ufkumuz genişler…
Necla: Ufkumuzu birkaç gün sonra genişletelim bence! Kuşadası’ndan feribotla gideriz, Orhan!.. Zaten haftaya gitmeyi plânlıyorduk, ada gezimizi biraz öne alırız!.. Böyle uluorta bir ülkenin sınırlarını aşıp başka bir ülkenin sınırlarına girmek… şakaya gelmez bu işler… Biliyorum, senin en büyük hayalindir, Ege’de sınırlar olmaksızın, özgürce, rüzgârın götürebildiği yerlere kadar yelkenleri doldurup gitmek, rastladığımız herkesle dost olmak, kucaklaşmak, kaynaşmak, bildiklerimizi, bilgilerimizi birleştirmek, harmanlamak… (Motor sesi artar.)
Orhan: Şu takadaki adama soralım, şansımızı bir deneyelim; bizi karşıya götürürse şimdi gidelim diyorum ben! Ne dersiniz?
Sedat: Kabul derim! Adam böyle bir çılgınlık yapmayacaktır nasıl olsa! Balıkçılar zeki insanlardır…
Orhan: (Kuvvetle bağırarak) Hey, beybaba! Hey, ihtiyar balıkçı! Hey, hey! Huu huu! Deniz kurduuu! Kaptaaan!.. Bizi gördü, bakın dümeni kırdı! (Motor sesi iyice artar; motor durur. Zincir sesleri duyulur, denize çapa atılır.)
Kemal Reis: Daha fazla yaklaşamam, dibini kayaya vururum yoksa!.. Hayrola gençler, balık mı istiyorsunuz?
Sedat: Varsa on kilo balık alalım hocam! Hatta yirmi kilo olsun, gözümüz doysun…
Orhan: Balık değil de sizden bir ricamız vardı, beybaba. Bizi karşı kıyıya geçirebilir misin?
Kemal Reis: (Öfkeli) İltica mı edeceksiniz? Öyle bir düşünceniz varsa cep telefonumla Doğanbey jandarmasına haber vereyim hemen!..
Necla: (Sinirli) İlticacıya benzer bir halimiz var mı Tanrı aşkına? Biz vatanımızdan çok memnunuz; bu sözlerini vatan kıymetini bilmeyen o şaşkınlara sakla, amca!..
Orhan: Orada Bayan Elepheria Evgenikos’u ziyaret edeceğiz, beybaba. Komşuluk meseleleri yani…
Kemal Reis: O halde yarın sabah 8.30’da Kuşadası limanından paşa paşa feribota binin, Vathi limanına gidin, saat 17.00’de de dönersiniz…
Necla: Size demiştim!..
Orhan: Biz şimdi gitmek istiyoruz, beybaba! Yakıt paranı vereceğiz, biraz da üstüne koyarız, seni memnun bırakırız!..
Kemal Reis: Siz bilmezsiniz, Sahil Güvenlik sıkıdır buralarda! Gerçi hepsi beni çok iyi tanırlar; kaçak balık avlayan, hayatlarını yok yere tehlikeye atıp iltica etmek isteyen en az on kişiyi hiç acımadan yakalatmışımdır, o yüzden de beni çok severler ama…
Orhan: Bizim korkacak bir şeyimiz yok ki! Biz İzmir’de üniversitede asistanlık yapıyoruz, aklı başında insanlarız; kimliklerimiz, pasaportlarımız yanımızda. Ben her şeyi açıklarım onlara, bu elimizdeki mektup da güvencemiz… kapı gibi davetiyemiz de var yani... Bizler orada davetsiz misafir olmayacağız!.. Haydi beybaba, biraz heyecan seni de gençleştirir!..
Kemal Reis: Ben zaten gencim!..
Orhan: Kaç yaşındasın, beybaba?
Kemal Reis: Sadece yetmiş!..
Orhan: İnsanın biyolojik ömrü yüz otuz yılmış! Daha altmış yılın var yani, biraz da kendine iyi bakarsan, yetmiş yıl daha bu mavi cennette dolaşırsın!..
Kemal Reis: Ağzından bal damlıyor, evlât!.. Pekâlâ, gençler, itiraf edeyim ki pek sevimli çocuklarsınız, sizleri kırmak istemem doğrusu, sizi karşıya geçireceğim; resmî görevlilere rastlarsak eğer, gençlere balık avlamasını öğretiyordum, farkına varmadan biraz fazla açılmışız derim! Kadın nerede oturuyormuş, biliyor musunuz? Ana merkez Vathi de mi? Yoksa Karlovasi de mi?
Orhan: Avlakia’yla Kokkari arasında, tam kıyıda diyor! Adrese bir bakın, bu yeri bulabilir misiniz acaba?
Kemal Reis: Bana hakaret ediyorsun, evlât!
Orhan: Ne hakareti beybaba? Bunu da nerden çıkardın şimdi?
Kemal Reis: Bana şu adresi biliyor musun diye sormayacaksın! Beni şu adrese götür diyeceksin! Buraları avucumun içi gibi bilirim!
Orhan: Peki, bizi şu kağıtta gösterilen adrese götür, beybaba!
Kemal Reis: Haydi gelin öyleyse!
Duygu: Siz konuşurken ben de bayan Elepheria’ya götüreceğimiz çiçekleri topladım!..
Orhan: Harikasın, Duygu!..
Duygu: Ayy, gerçekten öyleyimdir, Orhan! (Gülüşmeler)
Sedat: Çok da alçakgönüllüsün! (Gülüşmeler)
Orhan: Necla, önce sen bin! Hadi gir suya, korkma erimezsin, biraz bacakların ıslanacak o kadar; sonra da sen Duygu, ve ardından sen, Sedat…
Sedat: Emredersiniz komutanım! (Suya girme sesleri)
Orhan: Ben de çadırlarımızı örteyim!..
Kemal Reis: Elinizi verin, çocuklar, sıkı tutun, sizi teker teker çekeceğim!.. Tamam, oldu işte! Sen de elini ver Orhancım! Tamamdır!.. İşte bu kadar!
Duygu: Ayy, bu taka da çok taka ya! Yarı yolda batmayız umarım!
Kemal Reis: Bunu Titanik mi sandın, kırmızı saçlı kızım? (Takaya vurarak) Bu taka bizim ekmek kapımız, öyle sağlamdır ki, Nuh’un tufanı çıksa bile batmaz!
Duygu: Titaniğin kaptanı da böyle iddialı konuşuyordu!.. Ama ne oldu? Dibi boyladılar!..
Kemal Reis:Elli tane Titanik kaptanı bir araya gelse bir tane Kemal reis etmez!..
Sedat: Büyüksün sen, Kemal reis!.. Ama ben yine de şu can yeleğine yakın oturayım! (Gülüşmeler)
Duygu: Hey, bakın, bakın, bir balık sürüsü! (Suya taş düştüğünde çıkan sesler) Ooo bu ne bolluk!..
Orhan: Urfa’daki balıklı göle döndü burası!..
Sedat: Alçak balıklar! Bir de utanmadan sudan yukarı zıplayıp gösteri yapıyorlar!.. Aç insanların önünde böyle gösteri yapmak… (Dilinin ucuyla damağına vurarak cık cık cık sesleri çıkarır.) Bunlarda hiç insaf yok!..
Kemal Reis: Herkes bindiğine göre takamızı çalıştıralım artık; yolumuz açık olsun! (Motor çalışır. Zincir sesleri duyulur; çapa güverteye alınır, çapanın gagası ve kolları güvertedeki boş tenekelere değince metal sesler çıkar.)
Necla: Rüzgâr esmeye başladı! Bu sıcakta bulunmaz bir nimet!.. Bayrak ne güzel dalgalanıyor!..
Orhan: Acaba dalgalanan bayrak mı? Bak sana bir Zen hikâyesi anlatayım, Necla: İki adam rüzgarda dalgalanan bir bayrak için tartışıyorlarmış. Birincisi, "Gerçekte hareket eden rüzgârdır," diye iddia etmiş. İkincisi, "Hayır rüzgâr değil bayrak hareket ediyor!" demiş. Oradan geçmekte olan bir Zen ustası konuşmayı duymuş ve onların yanına gelmiş: "Ne bayrak ne de rüzgar hareket ediyor; hareket eden, sallanan yalnızca zihindir!" diyerek tartışmayı noktalamış!..
Sedat: (Bitkin) Benim de zihnim sallanıyor, ama açlıktan!.. Yiyecek bir şeyler var mıydı, kaptan? Arkadaş balık tutmayı beceremedi de…
Kemal Reis: Olmaz olur mu! Ambarın kapağını aç, orada sandviçler var; benim hanım ne olur ne olmaz diyip fazladan yiyecek depolar!..
Sedat: (Coşkulu) Harika! (Gıcırdayarak açılan kapı sesi)
Kemal Reis: Adada iyi lokantalar var aslında. Güneşte kurutulmuş ahtapot tavsiye ederim…
Necla: Aman sağol, Kemal reis, biz almayalım!..
Kemal Reis: Kekiğe bulanmış keçi peyniri ve kalamar dolması da güzeldir… Ayrıca mezedes, dolmades, keftedes de var… mangalda çipurayı da unutmayayım... Adada yetişen muscat üzümlerinden yapılmış şaraplar ise tek kelimeyle enfestir!..
Duygu: Bunlar kulağa daha hoş ve çok da tanıdık geliyor!..
Kemal Reis: Şu mereti de açayım bari. (Bir teypten Türk sanat müziği şarkısı duyulur, ancak motor sesi daha baskındır.)
Duygu: (Çocukça bir heyecanla)Şu ileri uçtaki beyaz kule ne tatlı bir şey!
Kemal Reis: Deniz fenerleri biz denizcilerin melekleridir! Karanlık her yeri korkunç bir şeytan gibi kapladığında biz bu meleğe dikeriz gözlerimizi!.. Kanatları ışıktan yapılmadır onun!..
Duygu: (Derin bir iç çeker.) Böyle bir kulede fenerci olmak isterdim doğrusu, maaş da istemezdim!..
Kemal Reis: Kışın fırtınalı zamanlarda fenerciler uyuyamazlar, kızım! Her yerde uğultular olur…
Duygu: Yine de çok romantik bir meslek bence!..
Orhan: Bence buraları Albert Einstein’ın önerisindeki gibi kullanmak daha doğru olur. Einstein, Nazi Almanya’sından ayrıldıktan sonra İngiltere’de verdiği ilk konferansında, kendisinin kırsal bölgelerde yetiştiğini anlatmış ve tabiattaki tekdüze huzur ve sükunetin onda düşünme yeteneğini ve buluş gücünü geliştirdiğinden söz etmişti. Deniz fenerlerindeki görevlere genç bilimcilerin atanmasını önermişti!.. Böylece, hayatlarının en verimli dönemlerini bir deniz fenerinin sakin ve huzurlu ortamında geçiren bilim adamları, problemler üzerinde yoğunlaşma imkanı bulacaklardı bu fenerlerde!..
Sedat: Kaptan, beş sandviçin hepsine de el koymuş durumdayız, kusurumuza bakmazsın artık! Bu arada kendime iki tane ayırdım!..
Kemal Reis: Afiyet olsun, gençler! (Gülerek) Benim ihtiyacım yok zaten, şu göbeği eritmem lâzım önce!..
Sedat: Fazla büyük değil bence!
Orhan: (Gülerek) O gördüğün buzdağının su üstündeki kısmı! Küresel ısınmanın dünyaya zararı olsa da Kemal reise faydası dokunacak bence; yüksek sıcaklıklar yağları eritir çünkü!..
Necla: (Korku içinde) Bakın sağ taraftan Yunan bayraklı bir taka geliyor, telsizle bizi ihbar edecektir şimdi!.. Ben söylemiştim size, yarın sabah normal yollardan karşıya geçelim diye! Başımız belâya girecek şimdi…
Sedat: (Ağzında sandviç parçasıyla güçlükle konuşarak) Eyvah, enselendik galiba, kaptan!
Kemal Reis: Durun bakalım, kimmiş bu! (Gelen takanın düdüğü duyulur; Kemal reis düdüğü çalarak karşılık verir.)
Necla: (Sinirli) Düdük çalarak kendimizi adaya iyice duyuralım bari! Davulumuz olaydı da bir de davul çalaydık, biz geliyoruz diye!..
Kemal Reis: (Kahkaha atar.) Bu bizim Georgios Kakas!
Orhan: O kim ki?
Kemal Reis: Otuz yıllık Yunanlı balıkçı dostum! (Kahkaha atar; bağırarak) Kakaaaas! Şu bardağı havaya kaldırayım hemen, o şıp diye anlar. Yasu! Yasu! Şerefe! Şerefe! İs to epanitin, Kakascım, is to epanitin! Sonra görüşürüz, sevgili dostum, sonra görüşürüz! Daksi! Daksi! Malaka! (Kahkaha atar; karşılıklı düdükler çalar.) Merak etmeyin, Kakas bizi Diamantis Bonofas’a ispiyonlamaz!..
Sedat: Diamantis Bonofas da kim?
Kemal Reis: Sisam adası liman yetkilisi!..
Sedat: Tam papa olacak isim var adamda!.. XII. Bonofas falan gibi…
Orhan: Kakas’la epeyce iyi dostsunuz herhalde!
Kemal Reis: Bazen Kuşadası’nda çarşıda buluşur rakı içeriz, bazen de Sisam'da Kokkari limanındaki restoranlardan birinde tokuştururuz Yunan rakısı uzo dolu kadehlerimizi; çat pat Türkçe’siyle adamı gülmekten öldürür bu Kakas! Çok uzun yıllar önce motoru arızalanıp bizim tarafa sürüklenmişti; ona yardım ettim; o gün bugündür beni sıkça arar, vefalı adammış doğrusu!.. Bu arada adrese yaklaşıyoruz, gençler, kıyıya çıkmaya hazırlanın!.. Bir zamanlar buralar Perslerin elindeymiş, sonra Romalıların, Arapların, Bizanslıların, Cenevizlilerin hakimiyetine geçmiş… On beşinci yüzyılın sonlarında Fatih Sultan Mehmet zamanında bu ada bizim olmuş… 1912’den beri ise Sisam adası Yunanlıların… Toprak korunmazsa elden gider, gençler, sakın bunu aklınızdan çıkarmayın. (Öksürür.) İnsan toprağı ancak güçle, topla tüfekle, tankla uçakla elde tutar!..
Orhan: Gerçekten öyle mi acaba? Sene 1867, beybaba! Amerikalılar yedi milyon dolar ödeyip koskoca Alaska’yı Ruslardan satın aldılar!..
Kemal Reis: Alaska Kuzey Kutbu’na yakın değil mi?
Orhan: Yakın sayılır!
Kemal Reis: O buz gibi yerlere beş kuruş para vermem ben, üstüne para verseler de almam!.. (Kahkaha atar.)
Sedat: Niye ki?
Kemal Reis: Aynen bugünkü gibi otuz beş derece sıcaklıkta kemiklerim ısınmazsa kendimi yaşıyor hissetmem şahsen!.. Yaşadığın yerin güneşi sımsıcak, gökleri masmavi, geceleri bol yıldızlı olacak, gençler!.. Bulutlar çullandılar mı göklere, kasvet basar beni!..
Duygu: Ada epeyce ormanlıkmış! Adresteki yer şu taş ev olmalı! Ayy, oraya nasıl çıkacağız!
Orhan: Ayaklarımızla!..
Sedat: Merdivenler var ya, Duygucum!
Duygu: Buradan bakınca çok dik görünüyorlar ama!
Orhan: Her şey zihindedir! Oranın dik olmadığını düşün sen de… (Gülüşmeler.)
Kemal Reis: Şuradaki hurda iskeleye yanaşıyorum, çocuklar!.. (Motor durur.) Halatın ilmiğini şu tahta direğe geçirin! Tekneden dikkatli inin!.. (Ayak sesleri, gıcırdayan tahtalar)
Duygu: Ayy, iyi ki suya girmek zorunda değiliz, denizanaları var aşağıda! Sanki suyun içinde şemsiye açmışlar!.. (Bir horoz öter.)
Sedat:Horozlar ötünce nedense içimden esnemek gelir! (Esner.)
Necla: Esnemesene, Sedat, uykumuzu getireceksin!.. (Horoz öter, Sedat yine esner.)
Sedat: Ne yapayım, elimde değil! Bu şaşkın horoz da zamanları şaşırmış…
Orhan: (Neşeyle)Amerikan horozu herhalde, orada sabah oluyor ya…
Kemal Reis: Size iki saat zaman veriyorum, gençler! Bu gece mehtap var, dönüşümüz çok manzaralı olacak! Ben de biraz kestireyim!..
Hep birden: Görüşürüz, kaptan!
Necla: Merdiven değil dimdik duvar mübarek!
Duygu: Bir kalenin surlarına tırmanıyoruz sanki…
Sedat: Üzerimize kızgın yağan döken yok hiç olmazsa! (Gülüşmeler)
Orhan: Yosunlara basmayın, kayıp düşersiniz sonra! (Ayak sesleri, güçlü nefes sesleri) Sola bakın, bembeyaz bir mezar taşı koymuşlar şu minik tepeye!..
Duygu: Ayy, inanamıyorum ya, eve vardık nihayet!
Sedat: Duygu, dikkat ettiysen eğer, her cümlene “Ayy” diye başlıyorsun!..
Duygu: Ayy, sana ne! (Gülüşmeler olur.) Kapının önüne bakın, renk renk sardunyalarla süslü, ne kadar nefis şeyler; şu renkte bir atkı alacağım kendime! (Uzaktan köpek havlaması duyulur.)
Sedat: Kuçu kuçu bağlıdır umarım!..
Orhan: Evet, Sedat!
Sedat: Ne eveti?
Orhan: Kapının önünde dikilip durma! Bak şurada kilise çanı gibi bir şey var, çalsana hadi!
Sedat: Ben kilise zangocu değilim ki!
Orhan: Bırak espri yapmayı da kapıyı çal!..
Sedat: Sakat işler de hep bana kalır zaten! (Kapının yanındaki çanın ipini birkaç kez çeker; kapı gıcırdayarak açılır.)
Christos Evgenikos: Kalimera!
Sedat: Aaa, şey, kalimera!!.. Şey… biz şey için gelmiştik…
Christos Evgenikos: Milate anglika? Anglika?
Sedat: Yahu, yardım etsenize! Adam anglika manglika bir şeyler söylüyor!
Orhan: İngilizce bilip bilmediğimizi soruyor herhalde!.. Evet, İngilizce biliyoruz!
Christos Evgenikos: O halde anlaşabiliriz! Birini mi arıyorsunuz?
Orhan: Biz karşı kıyıdan, Doğanbey koyundan geliyoruz! Ben Orhan. Arkadaşlarım Duygu, Sedat ve Necla. Bayan Elepheria Evgenikos’la görüşmek için gelmiştik!
Christos Evgenikos: (Üzgün) Gelirken annemi görmüş olmanız gerekirdi….
Orhan: Biz hiç kimseyi görmedik!
Christos Evgenikos: Şu ilerideki beyaz mezar taşını da mı görmediniz?
Orhan: Aman, Tanrım, yoksa bayan Evgenikos…
Christos Evgenikos: Evet, bir ay kadar önce annemi kaybettim… Şu sakallı perişan halim içinde bulunduğum durumu özetliyordur herhalde…
Orhan: İnanın çok üzüldük. Baş sağlığı ve sabır diliyoruz!..
Christos Evgenikos: Sizler annemi nereden tanıyorsunuz?
Orhan: Anlatacaklarım size oldukça garip gelecektir, ama doğru olduğundan emin olabilirsiniz. Biz on beş günlük bir tatildeyiz; karşı taraftaki koyda kamp yapıyorduk. Oltamıza plastik bir şişe takıldı ve içinde de annenizin yazdığı bir mektup vardı. Bayan Evgenikos mektubu bulan kişiden kendisini ziyaret etmesini istemiş ve işte biz de o yüzden buradayız, annenizin daveti üzerine!..
Christos Evgenikos: Şaka kaldıracak bir durumda değilim şu anda!
Orhan: Böyle bir konuda şaka yapılır mı? Bakın mektup burada, alın kendiniz okuyun! (Kağıt sesleri)
Christos Evgenikos: (Büyük bir merakla) Fakat bu el yazısı anneme ait!.. Tuhaf!.. Çok tuhaf… (Rüzgâr uğultusu) Burası fazla esiyor, içeri girelim. Şuradan buyurun lütfen. Yerler oldukça kirli, ayakkabılarınızı çıkarmanıza hiç gerek yok. (Ayak sesleri)Kanepelere oturun lütfen…
Orhan: Ayakkabılarımızı çıkarmalıydık, evde terliksiz dolaşmaya hiç alışık değiliz!..
Christos Evgenikos: Ziyanı yok!.. (Kağıt sesleri) Türkçe midir bu?
Orhan: Evet!
Christos Evgenikos: Annem Türkçe bilmez ki!
Orhan: Babanızdan öğrenmiş demek ki…
Christos Evgenikos: (Sinirli) Babam Türkçe’yi nereden bilecek?
Sedat: Bir Türkün Türkçe bilmesinden daha doğal ne olabilir?
Christos Evgenikos: İngilizce’niz düzgün olmasına rağmen söylediklerinizden hiçbir şey anlamıyorum!..
Orhan: İsminiz nedir?
Christos Evgenikos: Christos, Christos Evgenikos!
Orhan: Bakın bay Christos, bu elinizdeki mektupta annenizin 1940’lı yıllarda Nazi işgali sırasında henüz bir bebekken ailesiyle Sisam adasından Kuşadası’na gittiği, Söke’de birkaç yıl yaşadığı, daha sonra 1967’de gezip görmek ve geçmişi anmak amacıyla yeniden Söke’ye gittiği ve orada bir Türk’le nişanlanıp ondan bir oğlu olduğu yazılı… (Çok kısa bir sessizlik) Bay Christos, yüzünüz sarardı, iyisiniz değil mi? Şu sandalyeye oturun lütfen! Duygu! Çantanda kolonya varsa hemen ver!
Duygu: Kolonya yok, ama şu kolonyalı mendili al, iş görür!
Orhan: Yüzünüzü şunla silin, ferahlatır… Daha iyisiniz ya, şimdi?
Christos Evgenikos: Evet, teşekkür ederim… Demek annemim büyük sırrı buydu!..
Orhan: Yani şimdi siz bunu bilmiyor muydunuz?
Christos Evgenikos: Kendimi bildim bileli babam Markos Evgenikos’tur. Onu birkaç yıl önce kaybettik; bu ev ve sahip olduğumuz her şey ondan bize miras kaldı. Beni severdi; ama bana bakışları çok tuhaftı. Aramıza her zaman bir mesafe koyardı, başımı okşarken bile bir mesafe hissederdim. Kendisine benzemediğim yorumunu yapanlar olunca derin bir sessizliğe gömülürdü… Markos Evgenikos kederli bir adamdı. Bana sürekli, “Keşke bir kardeşin olsaydı!” derdi. Bu sözü yüzlerce kez duymuşumdur herhalde… Annem ona saygı duyardı, ama sevgi duyduğunu hiç sanmıyorum. Bazen şu pencerenin önünde oturur, karşı kıyıları, sizin oraları seyrederdi, bıkıp usanmadan saatlerce seyrederdi anneciğim… Sis pus olup da karşı kıyılar görünmeyince zavallı Elepheria her zamankinden daha kederli olurdu… Ona her baktığımda içinde bir sır sakladığını düşünmüşümdür… Ne olduğunu sormaya asla cesaret edemedim… Aklında derin bir kuyu vardı onun ve ben pek çok kez oraya inmek istedim, ama korktum, çok korktum… orada neyle karşılaşacağımı bilmiyordum çünkü…
Orhan: Sizi böyle üzmek istemezdik…
Christos Evgenikos: Söylediklerinizi duyunca gerçekten çok sarsıldım. Ama kim sarsılmaz ki? Yıllarca baba dediğiniz kişinin sizin gerçek babanız olmadığını öğrenmek… tarifi imkansız bir duygu bu… insanı boşluklara fırlatan bir duygu… içini yakan bir his… bir sahipsizlik hissi… (Tahta merdivenlerden birisinin aşağıya indiği duyulur.) Bana birkaç dakika izin verin lütfen, yan odada bir şeyler konuşup geleceğim. (Yunanca konuşmalar başlar, arka plânda devam eder; oyunun başından beri duyduğumuz çok hafif dalga sesleri ve martı çığlıkları bu kez açık pencerelerden duyulmaya devam etmektedir. Zaman zaman cırcır böcekleri cırıldar.)
Necla: Buraya gelmeseydik daha iyi ederdik galiba!..
Duygu: Bu çiçek de elimizde kalakaldı!
Orhan: Giderken mezarın üzerine koyarız!
Necla: Yukardan aşağı inen adam da kimdi ki?
Sedat: Christos’un üvey babası herhalde!
Orhan: Dikkatli dinlememişsin Sedat! Markos Evgenikos birkaç yıl önce ölmüş! Başka biri olmalı bu, bir akraba falan belki... (Yunanca konuşmaların bağrışmaya dönüştüğü duyulur.)
Necla: İçerdekiler ağız kavgası ediyorlar sanırım!
Sedat: Gidip araya girsek mi?
Duygu: Aile kavgasına karışılmaz! Bak, adam geliyor zaten! (Sert ayak sesleri) Ayy, deli mi ne, ittirdi beni, kolum acıdı!..
Orhan: Biraz yavaş olun bayım! (Kapı büyük bir hızla çarpılır.) Çıkıp gitti!.. Yoksa haddini bildirecektim! Misafire böyle mi davranılır?
Sedat: Öfkeden kudurmuş bu adam da neyin nesiydi şimdi?
Orhan: Christos! Sana Christos diyebilirim değil mi, yaşlarımız birbirine yakın çünkü!..
Christos Evgenikos: Elbette.
Orhan: Ne oldu? Neydi tartıştığınız konu? Kimdi o kaba saba adam?
Christos Evgenikos: O adam Vasilios Teocharis’tir! Müstakbel kayınpederim!.. Az önce sizden öğrendiğim meseleyi anlattım ona. Çılgına döndü!
Orhan: Ne var çılgına dönecek ki?
Necla: Hayat sürprizlerle doludur!.. Her an her şey olabilir!..
Christos Evgenikos: Gerçek babamın bir Türk olduğunu öğrenmesi hiç hoşuna gitmedi!
Sedat: Baban Türk olunca ne değişirmiş ki?
Christos Evgenikos: Vasilios Teocharis başka bir dünyanın adamıdır.
Sedat: Hangi dünyanın?
Christos Evgenikos: İlkel dünyanın! Onun için karşı taraf düşmandır, karşı taraf öcüdür!..
Orhan: Saçma!
Christos Evgenikos: Bana göre de saçma, ama saçma dediğimiz şeylerden örülmüş dünya denen şu mavi yumak!
Orhan: İşte bu sözünün altına ben de imzamı atarım…
Christos Evgenikos: Vasilios bana bakınca beni göremez bundan böyle; çünkü onun gözlerinden bakınca benim damarlarımda da düşman kanı var artık! Giderken bana şöyle bağırdı: “Sana verecek bir kızım yok!” Her şey ayarlanmıştı halbuki; haftaya evlenecektik. Epeyce bir süredir nişanlıydık… Oysa o karşıma dikilip bana şöyle bağırdı: “Sana verecek bir kızım yok!” (Çok üzgün bir tonla ve alçak sesle) “Sana verecek bir kızım yok!”
Orhan: Öyleyse eyvahlar olsun!
Sedat: Bir çuval inciri berbat ettik!
Duygu: Nişanlınız bu olaya nasıl bakacak acaba?
Christos Evgenikos: Onun dünya görüşü de benimkiyle aynı. Biz ikimiz sevgiye inanırız.
Sedat: O halde bir sorun yok!
Christos Evgenikos: (Derin bir iç çeker.) Sorun öyle büyük ki! Lydia babasına karşı gelemez! Vasilios çok otoriter biridir… Nişanlım babasını karşısına alıp benimle evlenemez…
Orhan: Bizim yüzümüzden hayatın altüst oldu şimdi!
Christos Evgenikos: Hayır, hayır, kendinizi suçlamanızı hiç istemem! Siz bana gerçeği sundunuz, sadece gerçeği!..
Orhan: Bu gerçek seni nişanlından kopardı ama!
Christos Evgenikos: O her zaman beni sevecek, ben de her zaman onu! Ah, Lydia, Lydia!.. (Hıçkırıklara boğulur.)
Duygu: Oh, zavallı çocuk!
Necla: Bir şeyler yapmalıyız, Orhan!
Duygu: Bu işleri onun başına biz açtık!
Sedat: Vicdani sorumluluğumuz var!..
Orhan: Christos! Vasilios’un evi nerede?
Christos Evgenikos: (Ara sıra burnunu çekerek) Şu yuvarlak pencereden bakarsanız görürsünüz; sarp yamaçtaki yeşil boyalı, dik çatılı taş ev! Çatıda bir de horoz şeklinde rüzgâr gülü var…
Orhan: Evet, gelirken görmüştük o evi… Gidip onunla konuşabilirim, belki onu yumuşatabilirim! İngilizce biliyor mu acaba?
Christos Evgenikos: O da benim gibi limanda çalışıyor, İngilizce’si iyidir. Ama seni asla dinlemez, asla! İnatçı ve tutucudur o!..
Orhan: Böyle hiçbir şey yapmadan duramayız ama, en azından ben duramam!..
Christos Evgenikos: Çatıda kilitli bir sandık var! Anneme ait! Orada babamla ilgili bir şeyler olabilir. Hiç olmazsa onun ismini öğrenirsem biraz teselli bulurum belki…. Zahmet olmazsa onu aşağı indirebilir misiniz? Benim kolumu kaldıracak gücüm yok…
Orhan: Elbette, indiririz. Sedat, gel hadi, pazılarını kullanma vakti geldi! (Ayak sesleri duyulur; Orhan bağırır, ses derinden gelir.) Christos! Üç sandık var burada, hangisi?
Christos Evgenikos: (Bağırarak) Üzeri oymalı olan!
Sedat: İçine taş doldursan bu kadar ağır olmaz!
Orhan: Gül ağacından yapılmış som sandık bu! Şimdiki sandıklar gibi dışı kaplama uyduruk bir şey değil…
Christos Evgenikos: Teşekkür ederim. Şu şömine demiriyle vurursanız kilit açılır sanırım. (Kilit yere düşer.) Nihayet bunun içinde ne varmış öğreneceğim! Ne kadar çok ıvır zıvır şeyle dolu içi! Oyuncak bebekler, yelpazeler, bir deniz süngeri, kurdeleler, danteller, porselen bir fincan… (Tozlardan hapşırır.)
Duygu: Şu köşeye bakın, orada bir defter var sanki!
Christos Evgenikos: Bu bir günlük!
Orhan: Hangi dilde yazılmış?
Christos Evgenikos: Yunanca! Bir bilgi olmalı, öz babamla ilgili mutlaka bir bilgi olmalı, ya da bir fotoğraf! Acaba bu sayfada olabilir mi? Naziler, ekmek karneleri, Kuşadası, Söke! İşte burası! Aradığım şey burada, bu sayfada olmalı! Buldum! Evet, buldum! İşte, bu isim! Kesinlikle bu isim! Fazil Yalçin bey!
Sedat: Doğru telâffuzu Fazıl Yalçın olacak! (Sessizlik)
Necla: Christos, bize de tercüme etsene! Meraktan çatlıyoruz!..
Christos Evgenikos: Karşı çıkmışlar!
Orhan: Kim karşı çıkmış?
Christos Evgenikos: Saçmalıklar!
Sedat: Hangi saçmalıklar?
Christos Evgenikos: O bütün dünyaya yayılmış saçmalıklar! Anlamsız önyargılar… Onlar her şeye karşı çıkarlar!..
Orhan: Neye karşı çıkmışlar?
Christos Evgenikos: Annem Elepheria Evgenikos’un Fazıl beyle evlenmesine! Fazıl beyin babası Mahmut bey evlenmelerine izin vermemiş!..
Orhan: İşte yine karşımıza klâsik bir hastalık çıktı: Tipik dar görüşlülük, evrensel bir kafa yapısından yoksunluk, en doğrusunu ben bilirimcilik, sevgiyi hiçe sayma küstahlığı… off off…
Christos Evgenikos: Fazıl bey, hali vakti yerinde olan babası Mahmut bey yardım etmeyince ekonomik güçlükler nedeniyle 1969 yılında Almanya’ya işçi olarak gitmiş ve orada bir madende çalışırken iş kazası nedeniyle vefat etmiş!.. (Christos’un gözlerinden yaşlar gelir.) Babamın ölüm haberi Almanya’dan gelince annem ben bir yaşımdayken Atina’ya ailesinin yanına gitmiş, bir süre sonra orada Markos Evgenikos’la tanışıp evlenmiş; on yıl sonra da birlikte Sisam adasına taşınmışlar…
Orhan: Çok yazık…
Christos Evgenikos: İnsanların sevgileri bu kadar kolay mı harcanmalı? Güzel aşklar böyle acımasızca yok mu edilmeli?
Duygu: Mahmut bey de Vasilios gibi biriymiş herhalde… dar kafalı!.. (Kapıya güm güm vurulur.)
Sedat: Kapıda ya bir alacaklı var ya da öfkeli bir ayı falan!.. (Kırılacak kadar şiddetli bir şekilde kapıya vurulmaktadır. “Christos!” “Christos!” diye bağırtılar duyulur.)
Christos Evgenikos: Ne oluyor? Kimdir bu?
Vasilios Teocharis: (Nefes nefese) Christos! Christos! (Yunanca hararetli konuşmalar duyulur; Christos İngilizce konuşur.) Eyvahlar olsun! Canım Lydia’m sarp kayadan aşağı atlamış. Benimle gelin dostlar, onu hemen bulmalıyız! (Koşuşturmalar duyulur; cam eşyalardan birisine çarpılıp büyük bir şangırtıyla yere düşürülür; kapı çarpılır.)
Duygu: Ah, Tanrım, deli kız!
Necla: Bulmaz olaydık o lânet şişeyi!
Duygu: Olmaz olaydı Vasilios gibiler!..
Necla: Biz de gidelim mi o tarafa, Duygu? Belki bir faydamız dokunur…
Duygu: Hiçbir şey yapamayız ki, Necla! Orhan’la Sedat çok iyi yüzerler, yeter ki onu görsünler!.. Ama o tepedeki yeşil evden buraya Vasilios’un gelmesi iki dakika sürmüştür! Aklıma getirmek dahi istemiyorum ama, o kız çoktan ölmüş olabilir…
Necla: Aklına getirme böyle bir şeyi! Lydia için dua edelim!..
Duygu: Meraktan çatlayacağım! Şu yuvarlak pencereden bakalım, belki bir şeyler görürüz!..
Necla: Esinti durmuş, etrafta müthiş bir dinginlik var.
Duygu: Çoktandır ay ışığını böylesine parlak görmemiştim… Çoban Yıldızı ise aya inat göz kamaştırıyor!.. Cırcır böcekleri temmuz sıcağının keyfini çıkarıyorlar!.. Bu cırıltıları seviyorum ben!..
Necla: Karşı kıyıdaki lambalar ışıl ışıl yanıyorlar, Doğanbey Körfezi tablo gibi duruyor… Aaa, bir yıldız kaydı!.. Lydia’ya şans getirse keşke…
Duygu: İnsan böyle güzel bir gecede ölmek ister mi hiç? Böyle bir gece insana yalnızca güçlü bir yaşama sevinci verir…
Necla: Aşk dünyayı olduğu gibi değil “Aşkça” görür, sevgili Duygu! Büyük ihtimalle Lydia etrafını cehennem gibi görüyordu! Christos’u kaybettiğini düşünmek onu umutsuzluğun en karanlık noktasına çekmiş olmalı…
Duygu: Bütün bu anlamsız olaylar, bu felâketler daha kaç kez yaşanacak sence, Necla?
Necla: İnsanlar sevgiye, aşka saygı duymayı öğrenmedikçe; başkalarının yaşamlarına ambargo koymaya haklarının bulunmadığını anlamadıkça bu korkunçluklar devam edecektir bence… Her kötü şeyin altında olduğu gibi, bunun altında da “Cehalet” yatıyor elbette…
Duygu: Bak, şurada bir resim var. Christos’un yanındaki kişi Lydia olmalı! Ne cici bir kız!
Necla: Ne talihsiz bir kız!..
Duygu: Dışarıdan ayak sesleri geliyor…
Necla: Sadece ayak sesleri ama… hiçbir konuşma duyamıyoruz… bir ölüm sessizliği var!..
Duygu: Tanrım! Onu bulamadılar herhalde!.. (Kapı gıcırdayarak açılır. Sessizlik) Ne oldu?
Orhan: Hiçbir iz yok!
Necla: Ne büyük bir dram!
Sedat: Dibe batıp açık denize sürüklenmiş olmalı!..
Duygu: Ne büyük bir trajedi!..
Sedat: Hiç olmazsa cesedi bulunsa zavallıcığın…
Orhan: Christos! Sahil güvenliği aramalıyız hemen! (Christos ağlamaya başlar.) Christos! Christos! Kendine gel! Sahil güveliği aramalıyız! Duyuyor musun beni, sahil güveliği aramalıyız!..
Vasilios Teocharis: Aşağıdayken ben aradım, fazla uzun sürmez, gelirler!.. Christos! (Christos’un yanına giderek hıçkırıklarla ağlamaya başlar. Yunanca konuşmalar duyulur.)
Sedat: Şu adamın ne dediğini anlamak isterdim doğrusu! Hangi yüzle konuşuyor ki? Bütün bunların sorumlusu o!..
Orhan: (Sinirli) Bay Vasilios! Christos’a ne söylüyorsunuz?
Vasilios Teocharis: Beni affetmesi için yalvarıyorum ona…
Orhan: İş işten geçtikten sonra neye yarar…
Vasilios Teocharis: Lydia benim kızımdı; Christos ne kadar acı duyuyorsa ben ondan iki kat daha fazla acı duyuyorum şu anda! Ne yazık ki zamanı geri döndüremem!.. Christos’un damadım olması için şu an hayatımı bile vermeye razıyım… Lydia karanlıktan çok korkardı. Ah, Tanrım, o şimdi kapkaranlık sularda… Bembeyaz gelinlik giyeceğine üzerini karalar örttü şimdi… Bu acıya dayanamayacağım ben, dayanamayacağım!..
Christos Evgenikos: Biraz hoşgörülü olabilseydin, Vasilios! İnsanların kanlarına değil de kalplerine bakabilseydin biraz… (Christos ayağa kalkıp bir mumya gibi ifadesizce çıkar. Bir süre ondan ses çıkmayınca Orhan şüphelenerek arkasından gider.)
Orhan: (Christos’u kucağında içeri getirir, kanepenin üzerine koyar.) Banyoda bir kutu ilaç içmiş! Onu zorla kusturdum… (Kapıya sertçe vurulur.) Sahil Güvenlikten gelmiş olmalılar! Sedat, kapıyı açar mısın, lütfen! (Kapıya şiddetle vurulur.)
Sedat: Tamam geldim, geldim! (Kapı gıcırtısı) Kemal reis!
Orhan: Aman, Tanrım, Lydia?
Vasilios Teocharis: Lydia!
Christos Evgenikos: Lydia!
Kemal Reis: İzin verin de içeri gireyim, kollarım kopacak şimdi! (Üzerinden sular damlar.) Kızcağız için bir yer açın hemen!
Orhan: Şu divanın üzerine yatıralım! Duygu, bir battaniye bul! Kızın burnu kanıyor! Necla! Pamuk gibi bir şey getir! Christos, kenara çekil lütfen, az sonra onu dilediğin kadar bağrına basarsın!.. (Vasilios’un Yunanca konuşmaları duyulur.) Şu yastığı da başının altına koyalım. Tamam, böyle iyi… Biliyor musun, sen bir kahramansın, beybaba!
Sedat: Her zaman gerçek bir kahramanla el sıkışmak istemişimdir!..
Duygu: Süpermen öldü dediler, oysa o burada, Sisam adasında!..
Kemal Reis: Şımartacaksınız beni, gençler!.. Hey, bu adamlar da kim, yapıştılar böyle bana!..
Orhan: Kızın nişanlısıyla babası! Şok halindeler halen! Sevinçten ne yapacaklarını şaşırmışlar zavallılar!..
Kemal Reis: Tamam, tamam, teşekkür istemez!...
Christos Evgenikos: Efharisto poli!
Vasilios Teocharis: Efharisto poli! Efharisto poli!
Kemal Reis: Daksi, daksi!...
Duygu: Kemal reis, kızı nasıl kurtardın anlatsana, bizi meraktan öldüreceksin!
Kemal Reis: Şu sandalyeye oturayım da öyle anlatayım, bacaklarımda derman kalmadı çünkü; önce bir naylon verin bana, ıslak ıslak berbat etmeyeyim güzelim tahtayı. Toplanın etrafıma şöyle!.. Gençler, yarın ilk işim Karakoç kaplıcalarına gitmek olacak, bu yorgunluğu ancak o sıcacık sularda atabilirim; siz de bisikletlerinizle gelirsiniz, kaplıcanın bulunduğu vadi sihirli bir vadidir…
Duygu: Ayy, başla artık, kaptan!
Kemal Reis: Peki başlayayım.(Bir masal anlatıyormuş gibi) Saat dokuz buçuğu geçiyordu… kestirmeye çalıştım, uyku tutmadı… Bizim gençler iki saatten önce gelmezler dedim ve karaya çıktım; kıyıdaki patikalarda yürümeye başladım. Ayağımla yerdeki yabanî otları ezdikçe öylesine güzel kokular çıkıyordu ki… Bu bölümlere kıyı demek çok güç, çocuklar, kuzey ülkelerindeki fiyortlar gibi yamaçlar çok dikleşmiş bu kısımlarda. Güç bela on dakika kadar yürümüşken büyük bir gürültü çıkararak suya bir şeyin girdiğini duydum! Bir fok balığıdır diye düşündüm o an, önemsemeden geçip gitmek istedim, yine de kendimi alamadım, bir bakayım dedim. Aşağıya dikkatlice bakınca siyah elbiseli bu kızı gördüm, sulara gömülüyordu... ne bir çığlık ne de bir bağırtı… Bu gece mehtap olduğu için şanslıydık! Mehtaplı bir gece olmasaydı zifirî karanlıkta hiçbir şey göremeyecek ve yoluma devam edecektim. Kızı görür görmez hiç tereddüt etmeden aşağıya atladım!..
Duygu: Hem de o yükseklikten…
Necla: Bravo doğrusu!
Kemal Reis: Hemen kızın yanına vardım. Kız bana yardımcı olacak yerde elimden kurtulup suya gömülmeye çalışıyordu! Daha önce hiç bu kadar ısrarla ölmek isteyen birini görmemiştim! Elimden kurtulmak için çırpınıp duruyordu! Bense onu Azrail’e teslim etmemek için bütün gücümü kullanıyordum. Başaramayacağımdan korktum ve o korkuyla bu zavallı kızın yüzüne sert bir şekilde vurdum! Burnunun kanamasının sorumlusu benim yani, belki de daha yumuşak vurmalıydım, elim çok ağırdır!.. Onu yavaş yavaş bizim takanın bulunduğu yere kadar yüzerek çektim, öteki taraflardan kıyıya çıkarmam mümkün değildi zaten…. Evet, gençler, işte hikâye bundan ibaret…
Orhan: Tek kelimeyle harikasın Kemal reis! Doğru yerde, doğru zamanda, doğru adamdın sen!..
Kemal Reis: Bu gece mehtaplı bir gece, gençler, mehtaplı bir gece! Onun hayatını kurtaran budur!..
Duygu: Şu iki sevgiliye bakın, birbirleriyle bütünleşmişler sanki! Vasilios’un gözlerinden yaşlar akıyor… Ayy, gözlerim doldu ya…
Necla: Sulu göz seni! Beni de ağlatıyorsun işte!..
Lydia Teocharis: (Bitkin bir sesle) Hayatımı kurtardığınız için size minnettarım! Sonsuz kereler teşekkürler!..
Kemal Reis: Bana mı söylüyor? Hiçbir şey anlamadım! Ben İngilizce bilmiyorum ki!..
Orhan: Sana minnettar olduğunu söylüyor, beybaba!
Kemal Reis: Bana değil, ay ışığına teşekkür etsin! Işık olmasaydı onu göremezdim!..
Orhan: Çok mütevazı olma, beybaba! Bir hayat kurtardın. Hem unutma ki bu sadece “Bir” hayat değildi: Christos ve Lydia yakında evlenecekler, sonra çocukları olacak, çocuklarının çocukları olacak. Geleceği düşünürsen eğer, yüzlerce insanın hayatını kurtarmış oluyorsun!..
Vasilios Teocharis: Kızımın ve damadımın düğününde sizleri mutlaka görmek istiyorum; birlikte halay çekmeliyiz!..
Kemal Reis: Tercüme et, evlât!
Orhan: Düğüne davetliyiz, beybaba, halay da çekecekmişiz!..
Kemal Reis: Bu iyi bir haber işte! Komşuda düğün var demek! Dostum Georgios Kakas’ı da beraberimde getiririm!..
Necla: Christos! Vasilios’a söyler misin, Sahil Güvenliğe gerek kalmadı artık, boşuna gelmesinler! Sonra burada oluşumuz bir sorun çıkarır falan…
Christos Evgenikos:Vasilios! (Yunanca konuşmalar)
Vasilios Teocharis: Merak etmeyin, şimdi hallederim…
Orhan: Sevgili Christos! Biliyor musun, Pisagor haklıymış!..
Christos Evgenikos: Hangi konuda haklıymış, Orhan?
Orhan: Üstat Pisagor evrende her şeyin bir sayıya bağlı olduğunu öne sürermiş. Ona göre sekiz sayısı aşkın nedenidir… Biz beş kişiyiz siz de üç, eder sekiz!.. Sekiz sayısı aşkın nedenidir… (Kahkahalar)
Sedat: Kültürlü çocuk!.. Senin yanında dolaşa dolaşa bir süre sonra profesör olacağım!.. Sevgili Christos, diyordum ki, yani, şey, acaba bu güzel anı bir şeyler içerek mükemmelleştirsek mi?
Christos Evgenikos: Harika bir fikir!
Lydia Teocharis: Şu büfedeki şampanyayı açalım, Christos! Annen düğünümüz için özel olarak almıştı!
Christos Evgenikos: Daha iyi bir zaman olamaz!.. (Büfenin kapağı açılır; cam sesleri)
Kemal Reis: Bu işi uzmanına devredin, şişeyi bana verin!... Ooo, pek de pahalı bir şampanya bu!.. (Şampanya patlayarak açılır.)
Duygu: Hey, yaşasın!
Kemal Reis: Tapasını hatıra olarak alacağım!..
Necla: Mutlu olmak için ideal bir an, şu göz yaşlarımı durdurmayı da bir başarsam! (Kadehlere şampanya doldurulur.)
Sedat: Bana az doldurdunuz, biraz daha koyun, biraz daha koyun!..
Orhan: Pisagor bardağı diye bir şey duydun mu hiç, Sedat?
Sedat: (Gülerek) Eyvah, yine fırçalayacak beni!
Orhan: Pisagor’un buluşu olan ilginç bir bardak var. Bardağın içinde bir yükselti bulunuyor. Herhangi bir içeceği bu bardakla içebilmek için doldururken seviyesinin yükseltiyi aşmamasına dikkat etmek zorundasın. Aksi halde içine boşalttığın sıvı, bardağın altındaki delikten akıp gidiyor!.. Pisagor'un böylece sahip olduklarıyla yetinmeyen “Açgözlü” kişilere bir mesaj verdiği belirtiliyor!.. Bu bardaktan bulursam sana doğum gününde bir tane hediye edeceğim! (Kahkahalar) Haydi, kadehleri hep beraber kaldıralım: Aşka ve dostluğa!
Christos Evgenikos: Rahmetli annem sevgili Elepheria Evgenikos’un davetli misafirlerine!.. Sevgili komşularımıza!..
Hep birlikte: Davetli misafirlere!.. Sevgili komşularımıza!.. (Kadehler tokuşturulur.)
Christos Evgenikos: Müziğin tam zamanı!
Sedat: Geç bile kaldı! (Yunanca müzik)
Kemal Reis: İyi sirtaki bilirim ben, Anthony Quinn’den daha iyi sirtaki yaparım… Beni seyredin şimdi… (Tempolu el çırpmalar. Bravo sesleri)
Christos Evgenikos: Zorba filmi yeniden çekilirse dans sahnesi için kesinlikle bu adamı önereceğim!... (Tempolu el çırpmalar. Bravo sesleri)
Sedat: Hey, arkadaşlar, Orhan nereye kayboldu?
Duygu: Christos! Orhan’ı gördün mü?
Christos: Demin buradaydı, elinde bir çiçek vardı galiba!
Necla: Hey, arkadaşlar, pencereye gelin! Bakın, Orhan orada! (Hüzünlü bir Yunanca parça çalmaya başlar.)
Duygu: Tanrım! Ne duygu dolu bir görüntü!..
Sedat: Canım arkadaşım, bayan Elepheria’nın mezarına çiçekleri koymuş, onları karşı kıyıdan getirdik…
Necla: Bir de mum dikmiş…
Lydia Teocharis: Ay ışığı altında ne muhteşem bir görüntü…
Sedat: Orhan sert çocuktur, ama altından bir kalbi vardır… Büyük Marmara depreminde bütün ailesini yitirmişti, kendisi İzmir’de öğrenci olduğu için kurtuldu! Şimdi onun ailesi biziz; hem o bize çok bağlıdır, hem de biz ona… Depremden bir hafta önce annesi Melahat hanımdan bir mektup almış; annesi onu çok özlediğini ve Kocaeli’ne gelmesini istemiş. Ancak Orhan o sıralar ders çalışması gerektiğini söyleyerek başka bir zaman gelirim demiş ve gitmemiş!.. Bayan Evgenikos’un şişe içindeki o gizemli mektubunu bulunca Orhan’ın içten içe nasıl sarsıldığını ve karşı kıyıya nasıl büyük bir heyecanla ve ne pahasına olursa oldun geçmek istediğini tahmin edebilirsiniz sanırım!.. Canım arkadaşım benim…
Kemal Reis: Gitme vakti geldi, çocuklar!Hanım beni evde bekliyordur şimdi!..
Sedat: Gitmeliyiz şimdi, Christos! Düğünde görüşeceğiz ama! Halay çekip tabak kıracağız!..
Christos: Tabak kırıp halay çekeceğiz; buzukiyle sazla eğleneceğiz, dans edeceğiz…
Lydia Evgenikos: Sizi aşağıdaki iskelede uğurlayalım, canım dostlarım(Uzaktan motor sesi ve Türk sanat müziği duyulur.)

SON