Toplam 7 adet sonuctan sayfa basi 1 ile 7 arasi kadar sonuc gösteriliyor

Konu: Selim Somçağ

  1. #1
    Üyelik tarihi
    22.Mayıs.2009
    Nereden
    Mersin
    Yaş
    53
    Mesajlar
    100
    Teşekkür / Beğeni

    Standart Selim Somçağ

    Günümüzde sıkça boygösteren paparazzimsi ekonomistlerden ,tarihçilerden ,stratejistlerden artık gına geldi...
    Bunların dışında bir de toplumda pek bilinmeyen ama bir elmas madeni kadar değerli insanlar var..İşte bence onlardan biri ,Selim Somçağ...Tarih üzerine ve ekonomi üzerine o kadar değerli kitapları var ki...Tekrar tekrar okuyorum..

    Bu değerli insanın kendi sitesinde ,ortalama 2 ayda bir yayınladığı yazılarını keyborsada paylaşmak istedim...Ki gerçekleri daha çok insan görsün....
    Yararlı olması dileğimle....





    DÜNYA KAOSA GİDERKEN NOTLAR

    21 Ocak 2009
    Şu anda dünyanın ve Türkiye’nin gündemi çok yüklü. Onun için âdetim olmadığı halde muhtelif konulara kısa kısa değinen bir yazı yazmak zorundayım.

    IMF Meselesi
    Önceki yazımda IMF’nin dümenini tutan bütün gelişmiş ülkeler ekonomik durgunluğu aşabilmek için kamu harcamalarında artışa giderken, 2001 krizinde Türkiye’nin başına ekonomi valisi tayin edilen Cottarelli dahil IMF’nin birçok yetkilisi krizin aşılması için bütün hükümetleri kamu harcamalarını arttırmaya davet ederken, Türkiye IMF ile anlaşmaya kalkacak olursa IMF’nin kamu harcamalarının azaltılmasını şart koşacağını, bunun da krizin etkisini iyice derinleştireceğini yazmıştım. Nitekim bu öngörüm doğrulandı, hükümet IMF ile görüşmelere başladığını ve bu çerçevede 2009 bütçe harcamalarında kesintiye gidileceğini açıkladı. Yani başta bize IMF üzerinden bu talimatı veren ABD olmak üzere bütün dünya hükümetleri bütçe açıklarının büyümesine aldırış etmeden kamu harcamalarında gaza basarken biz zaten daralan ekonomimizi kendi elimizle daha da daraltacağız. Bir kere daha görülmüştür ki IMF’nin Türkiye hakkındaki kararları herhangi bir ekonomik mantığa dayanmamakta, ABD adına, Batı adına Türkiye’nin ekonomi üzerinden denetim altına alınması amacını gütmektedir. Türk halkı maalesef hükümetin bu basiretsiz kararı yüzünden ağır bir bedel ödeyecektir.

    Krizden En Çok Etkilenen Ülke Türkiye’dir
    Başlık sizi şaşırttı mı? Şaşırtmasın, çünkü finansa değil de, reel ekonomiye bakacak olursak bu başlık tamamen doğru. Kasım ayında sanayi üretimi ithalatçı ülkelerden ABD’de % 2, İngiltere’de % 3, ihracatçı ülkelerden Almanya’da % 4, Japonya’da % 8 geriledi. Türkiye’de ise sanayi üretim hacmi Kasım ayında % 14 oranında geriledi. Bilumum yerli ve yabancı Amerikan nüfuz ve propaganda ajanlarının, IMF avukatlarının “Teğet geçecek, az etkilenecek, 2001’de çok direnç kazandı” martavallarına rağmen şu anda Türkiye üretim cephesinde dünya krizinden en çok etkilenen ülke!

    Bu neden böyle? Beni izleyenlerin hatırlayacağı gibi, benim 2003’ten beri hemen her TV programında slogan gibi tekrarladığım bir söz vardır: “Türkiye bu döviz kuruyla yaşayamaz!”. İşte Türkiye’nin yapısal bir zorunluluk olmadığı halde krizden en ağır etkilenen ülke olmasının sebebi IMF tarafından dayatılan düşük kur ya da aşırı değerli TL politikasıdır. Kriz şu ana kadar ABD ve İngiltere gibi kredi balonuyla iç talebi şişiren ülkelerde daha çok iç talebi, Çin, Hindistan, Almanya, Japonya gibi ihracatçı ülkelerdeyse dış talebi azalttı. Türkiye’de ise hem iç, hem de dış talebin eşit boyutta darbe aldığını görüyoruz. Bunun sebebi şudur: Türkiye’de 2002’den beri aşırı değerli TL politikası izlendiği için Türk sanayiinin hem ihraç pazarlarında, hem de iç piyasada, ithal mal karşısında rekabet gücü giderek azaldı. Bu durum karşısında rekabetçi fiyat tutturabilmek amacıyla Türk sanayiinde ücretler baskılandı. Yine aynı sebepten istihdam da yıllar boyunca çok yavaş arttı. Bu yüzden Türkiye’deki iç talep 2001’den sonra çok uzun süre eski düzeyine ulaşamadı. İç talepte 2005’ten itibaren gözlenen canlanma ise küresel kredi balonu sayesinde yurtdışından daha kolay fon bulabilen bankaların tüketici kredisi dağıtmasıyla ortaya çıkabildi. Dolayısıyla, Türkiye’nin iç talebi de, dış talebi de küresel kredi balonuna bağlı hale geldi. Tabii şimdi balon patlayınca her iki kanalda da değirmenin suyu azalmaya başladı. Dünya pazarlarında talep daralması sonucunda rekabet artıp fiyat kırmalar başlayınca Türk sanayiinde kâr marjları aşırı değerli TL yüzünden çok düşük olduğu için biz bu yarıştan da hemen elendik. Böylece IMF’nin Türkiye’ye dayattığı düşük kur politikası yüzünden Türkiye şu an itibarıyla üretim/reel ekonomi cephesinde krizden en ağır etkilenen ülke oldu.

    Hal böyleyken Türkiye yine Atlantik ötesinden gelen talimat ve TÜSİAD’ın, medyanın, siyasetin ve bürokrasinin zirvelerine çöreklenmiş Amerikancı örgüt sayesinde IMF’den destek alarak döviz kurlarını düşük tutmaya kalkışıyor. IMF emriyle kamu harcamalarının kısılması da devreye girince bu yıl içinde Türkiye’nin durgunluk, işsizlik ve bunların yarattığı toplumsal çalkantıyla yangın yerine döndüğünü göreceğiz.

    (Bu arada, Amerikancı yapı hakkında ibretâmiz bir olay da Deniz Baykal’ın ipliği pazara çıkmış bir ABD görevlisi olan Kemal Derviş’in CHP’nin İstanbul Belediye Başkanı adayı olması için nabız yoklaması yaptırmasıdır. Derviş ABD tarafından UNDP başkanlığına getirildiğinde kendisinin oraya ileride Türkiye’de kullanılmak üzere park edildiğini söylemiştim.)

    Obama-Gazze
    Barack Obama henüz Demokrat Partinin başkan adayı bile olmamışken ve Türk medyasında kerameti kendinden menkul bazı “istihbarat ve strateji uzmanı” yazarlar “Amerika’da bir zenci başkan olamaz” diye fetva verirken, ben 19 Haziran 2008 tarihli yazımda (Türkiye Hangi Gezegende) Obama’nın yeni Amerikan başkanı olacağını, bunun Amerikan devletinin başlamış olan ekonomik kriz sürecinin yaratabileceği toplumsal kargaşaya, hatta ayaklanmalara karşı savaş düzeni alması olduğunu yazmıştım. Washington’da iki gün önce yapılan devir teslim töreninin dev bir gösteriye dönüştürülmesi, bu törende Obama’nın Amerika’nın farklı etnik gruplardan meydana geldiğini vurgulayarak bunları milliyetçi bir söylemle birliğe davet etmesi yedi ay önceki tespitlerimi tamamen doğrulamıştır. Obama’nın yurtiçine dönük misyonu Amerika’da katlanılmaz boyuta ulaşacak olan işsizliğin, yoksullaşmanın yaratabileceği toplumsal patlama ihtimaline karşı ekonomik durumu daha zayıf, şiddet potansiyeli ise daha yüksek olan zencileri ve diğer azınlıkları devlete bağlı tutmaya çalışmaktır. Hem zenci, hem göçmen, hem Müslüman, hem de beyaz ve Hristiyan kökenleriyle Obama tam bir sentetik kimliktir, bir “Halkla İlişkiler” görevlisidir. Hiçbir şekilde bağımsız hareket etme gücüne sahip olmadığı, Bush’dan daha kişiliksiz bir başkan olacağı görülecektir. Çöken imparatorluklarda devlet başkanlığının içinin boşaltılarak yönetimi bir oligarşinin ele alması tarihin değişmez bir kanunudur.

    Gelelim Obama’nın yurtdışına yönelik misyonuna. Burada da Obama’nın Irak’ın işgal edilmesi sonucunda ABD’nin üçüncü dünyada, özellikle İslâm ülkelerinde çok kötüleşen imajını düzeltmesi beklenmektedir. Babasının Müslüman olduğu iddiası da buna yöneliktir. Bu çerçevede Amerikan medyası son zamanlarda ABD’nin Irak’ı işgalini eski Başkan Bush’la özdeşleştiren ve Bush’u yerin dibine batıran bir kampanya yürütmüştür. Bunu ilkel toplumlarda görülen bir canlıyı toplum adına kurban ederek günahlardan arınma törenlerine benzetebiliriz. ABD dünya kamuoyunu kendi haksız saldırganlığına ait hesaplaşmanın Bush’un görevinin son bulmasıyla tamamlandığına, Obama’yla bir “beyaz sayfa” açıldığına inandırmaya çalışmaktadır. Ne var ki Amerikan işgal ordusu Irak halkının üstünde lök gibi oturmaya devam ederken buna kimseyi inandıramayacaktır. Dün Obama’nın yemin töreninin NTV ve CNNTürk adlı iki televizyon kanalında saatlerce yayınlanması Amerikan devletinin Obama imajından Türkiye’de de ne kadar çok şey beklediğinin bir göstergesidir. Bu arada ABD hesabına propaganda yayını yaptıkları gerçeği paçalarından akan bu iki televizyon acaba Türkiye’deki hangi olay için bu kadar uzun süre yayın yapmışlardır diye de sormak lâzım. Sanki Obama Amerika’ya değil de, Türkiye’ye başkan seçildi!

    Tabii sempatik zenci Obama’nın uluslararası misyonu dünya milletlerinin kalbini fethetmekten ibaret kalmayacaktır. Obama ABD içinde iç savaşı önlemeye çalışırken, dünya arenasında ise Amerikan hegemonyasının çöküşünü engellemeye yönelik bir savaş çıkarmakla görevlidir. Bu savaş ABD ile Rusya-İran arasında olacaktır. ABD’nin neden böyle bir savaş çıkarmak zorunda olduğunu daha önceki yazılarımda açıkladığım için bu konuya yeniden girmiyorum. ABD ile Rusya-İran savaşında taraflar doğrudan karşı karşıya gelmek zorunda değildir. Bu ABD’nin birinci tercihi ve büyük temennisidir, çünkü tek başına böyle bir savaşı kazanma gücü yoktur. ABD’nin A planı, daha doğrusu hayali Rusya-İran blokunun ABD’nin müttefiki olan ülkelerle savaşa tutuşmasıdır. Böyle bir savaşa ABD ancak müttefikleri Rusya ve İran’ın belini kırdıktan sonra muzaffer kurtarıcı edasıyla girecektir. Aynen II. Dünya Savaşında olduğu gibi...

    ABD hesabına Rusya-İran’la savaşa tutuşması umulan ülkeler genel olarak Avrupa, fakat özellikle de Türkiye’dir. Gürcistan’ın Rusya’ya saldırması bir Türk-Rus savaşı çıkarma girişimiydi. (Olayların ilk gününde Hürriyet gazetesinin attığı “Gürcistan Türkiye’den Yardım İstedi” manşetini önemle not edelim. Hem kışkırtma, hem nabız yoklama...) Hâlâ da bu kazan kaynatılmaktadır. İsrail’in Gazze’de yürüttüğü katliam ise İran-Suriye-Hizbullah ekseninin İsrail’e saldırmasını sağlamaya yönelik bir provokasyondur. Bunun delilleri pek çoktur: Normal şartlarda her türlü İsrail vahşetini gizleyen Amerikan medyasının başta CNN olmak üzere İsrail vahşetini her gün 24 saat dünyanın gözüne sokması, Türkiye dahil ABD güdümündeki bütün İslâm ülkelerinde kamuoyunun galeyana getirilmesi, her zaman İsrail aleyhine atıp tutan İran’ın oyunu görerek dut yemiş bülbüle dönmesi, bunun üzerine İsrail’in iki defa Lübnan’dan Hizbullah’ın İsrail’e roket attığını öne sürmesi, Hizbullah’ın bunu derhal reddetmesi, vs., vs. Düşünmeyi bilenler için senaryo apaçıktır. ABD başka ülkeleri kendi hesabına Rusya ve İran’la kapıştırmayı umduğu için Rusya ve İran’ı saldırgan ülkeler konumuna sokmaya çalışmaktadır.

    Bu bağlamda sahneye konan başka bir tiyatro da İsrail saldırısının Bush-Obama arasındaki devir teslim dönemine denk getirilmesidir. Böylece ABD dünyanın gözünde bu saldırının kendi emriyle yapıldığını gizleyeceğini sanmaktadır. İsrail ABD’nin Ortadoğu’daki ileri karakolundan başka bir şey değildir. İsrail’in bütün dünya kamuoyunu ayağa kaldıran ve uluslararası imajını yerle bir eden böyle vahim bir olayı ABD’nin onayı olmadan başlatması mümkün değildir.

    Bu konudan yola çıkarak Türk medyası hakkında başka bir not düşeyim. İsrail saldırısı başladığında Yeni Şafak’ta Fehmi Koru’dan Cumhuriyet’te Mustafa Balbay’a kadar sayısız kalem erbabı İsrail’in bu saldırıyı ABD'den ve Obama’dan habersiz yaptığını iddia eden yazılar yazdılar. Hatta bir tanesi “Bu Filistin’e değil, Obama’nın barış planlarına yapılmış bir saldırıdır” diyecek kadar coştu. Bu tipiktir. Görünüşte sağ-sol diye ikiye ayrılıp birbirinin gözünü oyar gibi yapan Türk medyası ABD için hayatî önem taşıyan konularda hep aynı doğrultuda dezenformasyon yapar, çünkü hepsi aynı yerden yönlendirilir.
    BİR SOĞAN SOYULUYOR, YAŞARIYOR GÖZLER, BİR DEVLET SOYULUYOR, ALDIRMIYOR ÖKÜZLER....

  2. #2
    Üyelik tarihi
    22.Mayıs.2009
    Nereden
    Mersin
    Yaş
    53
    Mesajlar
    100
    Teşekkür / Beğeni

    Standart

    YOKSA KRİZ BİTİYOR MU?

    13 Mayıs 2009
    İki haftadır Amerikan kaynaklarında “Ekonomik krizin en ağır döneminin atlatıldığı, toparlanmanın başladığı” propagandası yapılıyor. Bu sitede krizin oluşumu ve niteliği hakkında üç yıldır yazdıklarımı izleyenlerin bu propagandayı gülümsemeyle karşıladıklarını tahmin etmekle beraber, çok geniş bir cephede ve çok yüksek şiddette yürütülen bu kampanyanın az da olsa kafa karıştırması mümkün; dolayısıyla bu konuya kısaca değinmekte yarar var. Önce kampanyanın ne kadar dayanıksız malzemeyle yürütüldüğünü küçük bir örnekle görelim.

    Geçen hafta ABD’de açıklanan Nisan ayı istihdam verileri ABD kaynaklarının “Kriz sona eriyor!” kampanyasında önemli bir kanıt olarak sunuldu: Mart ayında 694 bin kişi işsiz kalmışken, Nisanda işsiz kalanların sayısı “yalnızca” 563 bin olmuş, bu da ekonominin dipten dönmeye başladığını göstermekteymiş!

    Bu iddiaya karşı söylenecek ilk söz şu: Bir ekonomik kriz sürecinde istihdamla ilgili her değişken kesintisiz biçimde daima hep daha kötüye doğru mu gider? Amerika’da ekonomik krizin devam ettiği hükmünü vermemiz için her ay daha büyük sayıda insanın mı işsiz kalması gerekmektedir? Meselâ ABD’de bir yıl önce 146 milyon olup halen 141 milyona gerilemiş olan ücretli çalışan sayısı 10 milyon kişi daha azaldıktan sonra orada sabit kalsa, sonraki aylarda kimse işini kaybetmedi diye “Amerikan ekonomisi krizden artık çıktı, çünkü işsiz sayısı artmıyor” mu diyeceğiz? Elbette hayır, çünkü artık işsizlik daha fazla artmıyor olsa bile bu ekonomide işgücü % 10 azalmıştır ve daha önce ücretiyle tüketim yaparak ekonomi çarkına omuz veren, fakat bu süreçte işini kaybetmiş olan 15 milyon kişi işsiz olarak evinde oturmakta ve harcamalarında yaptığı kesintiler ve ödeyemediği borçlarla ekonominin çarkına çomak sokmaktadır; dolayısıyla kriz devam etmektedir. Bu sebeple, işsiz kalan sayısının değil bir ay gerilemesi, aylar boyunca gerilemesi bile tek başına krizden çıkışın başladığına delil olamaz. (Bu arada, gerçek bir ekonomik kriz sürecinin istihdam dahil ekonominin çeşitli cephelerinde nasıl geliştiğini ayrıntılı olarak kavramak isteyenlere 1929 dünya krizini incelemelerini tavsiye ederim.)

    Öte yandan bu veri üzerinden yürütülen propagandayı çürüten, çürütmenin ötesinde gülünçleştiren başka bir durum da söz konusu. Krizin ABD’de reel ekonomiye gerçek anlamda yansımaya başladığı 2008 yazından itibaren açıklanan aylık işsiz kalan sayılarına bir göz atınca şu tabloyla karşılaşıyoruz: Ağustos 640 bin, Eylül 42 bin, Ekim 629 bin, Kasım 255 bin, Aralık 632 bin, Ocak 508 bin, Şubat 851 bin, Mart 694 bin. Görüldüğü gibi bu 8 aylık dönem boyunca Eylül, Kasım, Ocak ve Martta da işsiz kalanların sayısı önceki aya göre azalmış. Buna rağmen bu durum Amerikan ekonomisinde krizin sonuna gelindiğine, büyümenin başladığına işaret etmemiş, kriz her ay daha da derinleşmiş. İşin daha da ilginç tarafı, işsiz kalan sayısının önceki aya göre düştüğü bu dört ayda Amerikan devletinin ve Wall Street’in propaganda makinalarının buna dayanarak bir “Kriz bitti” kampanyası başlatmamış olmaları. Yakın geçmişte tenezzül edilmeyen bu kadar ucuz bir bir propaganda kampanyasının iki hafta önce başlatılması ise ABD yönetiminin ekonomide gördüğü tablo karşısında artık dehşete düştüğünü ve paniğe kapıldığını göstermektedir. Tabii bana kalırsa ne kadar paniğe kapılsalar azdır...

    Daha önceki yazılarımda da vurguladığım gibi, bu kriz dünya devletleri arasındaki güç dengelerini köklü olarak değiştirecek, bu arada ABD’nin süper güç konumuna da son verecek bir sürecin başlangıcı. Kriz bütün ülkelerde tahribat yapacak, bütün insanlığa ızdırap verecek. Ama hem ekonomik, hem de siyasî olarak krizden en büyük kayıpla çıkacak ülkenin ABD olması çok muhtemel. Bu yüzden kriz süreci boyunca yukarıdakine benzeyen propaganda kampanyalarıyla daha çok karşılaşacağız. Finans piyasalarını yakından izlemek durumda olan karar vericiler bundan sonra Amerikan medyası tarafından dünyaya pompalanacak “iyi” haberlerin gerçekten iyi haber mi, yoksa propaganda mı olduğunu kısa sürede ve düzenli olarak öğrenmek istiyorlarsa, başvuracakları güvenli adresin Haftalık Ekonomik Yorum olduğunu hatırlatayım. Ancak “Kriz ne zaman bitecek?” sorusuna genel bir cevap olarak da şu kadarını belirteyim: 1980’lerde ABD Başkanı Reagan Amerikan ekonomisini bugünkü felâket tablosuna götürecek yapısal değişimleri başlattığında ABD’de % 12 gibi gelişmiş bir ülke için makûl sayılacak bir tasarruf oranı vardı. Amerika’yı sermayesinin ve doların gücüyle üretmeden tüketen bir ekonomiye dönüştürmeye başlayan bu süreç boyunca tasarruf oranı sürekli olarak düştü, böylece Amerikan ekonomisi 1990’lara % 7’lik, 2000’lere ise % 2’lik bir tasarruf oranıyla girdi. 2001 resesyonundan çıkabilmek için şişirilen mortgage-gayrimenkul merkezli son finansal balon döneminde Amerikan hanehalklarının tasarruf oranı negatife döndü. Dolayısıyla 2005 yılından başlayarak geçen yıla kadar ortalama Amerikan ailesi banka kredileri sayesinde kazandığından daha fazla harcamaktaydı. Bu anormal gelişmenin diğer cephesi de Amerikan ekonomisindeki borç stokunun (Yalnızca kamu borcu değil, aklınıza gelebilecek her türlü borçlanma) daha önce hiçbir ekonomide görülmemiş boyutlara tırmanması oldu. ABD ekonomisi 1980’lere % 150 düzeyindeki bir toplam borç/GSMH oranıyla girmişti. Geçen yıl bu oran % 360’a ulaşarak dünya rekoru kırdı.

    İşte bu iki istatistiği izleyebilirsek bunlar bize ABD’de krizin gerçekten ne zaman bittiğini haber verecektir. Şöyle ki: ABD’de tasarruf oranı % 15 civarına ulaşıp uzunca bir süre orada kalarak toplam borç/GSMH oranını % 150 civarına gerilettiği zaman ABD’nin ekonomik krizi bitmiş demektir. ABD’de üç dönemdir süregelen ekonomik daralmanın ardından bu cephede ne boyutta bir toparlanma olduğunu merak edecek olursanız onu da söyleyeyim: Şimdilik Amerikan hanehalklarının tasarruf oranı ancak % 3’lere çıkabildi, yani Amerikalıların üretmeden ve kazanmadan bol bol tüketim yaptıkları 25 yılın faturasını ödemek için daha gidecekleri çok yol var.
    BİR SOĞAN SOYULUYOR, YAŞARIYOR GÖZLER, BİR DEVLET SOYULUYOR, ALDIRMIYOR ÖKÜZLER....

  3. #3
    Üyelik tarihi
    22.Mayıs.2009
    Nereden
    Mersin
    Yaş
    53
    Mesajlar
    100
    Teşekkür / Beğeni

    Standart

    TÜRKİYE KRİZDEN EN AĞIR ETKİLENEN ÜLKEDİR!

    18 Temmuz 2009
    Hükümetin, büyük sermayenin ve medyanın Türk halkını Türkiye’nin dünya krizinden nispeten daha az etkileneceğine inandırmaya çalıştıkları bir dönemde, 21 Ocak 2009’da yazdığım “Dünya Kaosa Giderken Notlar” başlıklı yazımda 2008 sonbaharına ait sınaî üretim verilerinden yola çıkarak Türkiye’nin reel ekonomi bakımından krizden en ağır etkilenen ülke olduğunu yazmıştım. O tarihten bu yana çeşitli ülkeler için açıklanmış olan millî gelir verilerine bakarak bu iddianın ne kadar geçerli olduğunu araştıralım. Bazı önemli ülkelerin millî gelirleri 2008’in dördüncü çeyreği ve bu yılın ilk çeyreğinde aşağıdaki oranlarda daralmış: Krizin merkezi ABD’de % 6.3 ve % 6.1, krizden finansal olarak en ağır etkilenen ikinci gelişmiş ülke olan İngiltere’de % 2 ve % 4.1, ihracatçı gelişmiş ülkelerden Almanya’da % 1.7 ve % 6.7 ve Japonya’da % 4.3 ve % 8.8.

    Şimdi de gelişmekte olan ülkelere göz atalım: Döviz kurunu düşük tutarak ihracatla büyümeyi seçen gelişmekte olan ülkelerin en önemlisi olan Çin bu iki dönemde de büyümeye devam etmiş: % 6.8 ve % 6.1. Büyüme stratejisinde Çin’e göre iç pazara daha çok önem veren, ancak döviz kurunu da rekabetçi düzeyde tutmayı ihmal etmeyerek ihracatla da büyüyen Hindistan da bu iki dönemde sırasıyla % 5.3 ve % 5.8 oranlarında büyümüş.

    Haydi bu iki örneği çok farklı siyasî konumları sebebiyle bir yana bırakalım ve sosyo-ekonomik gelişme düzeyi ve yakın tarihte uygulanan ekonomi politikaları bakımından Türkiye’ye çok benzeyen, sıcak para dünyasında da Türkiye ile aynı kategoride değerlendirilen bir ülkeye, Brezilya’ya bakalım: Bu ülkede millî gelir 2008’in son çeyreğinde % 3.6, bu yılın ilk çeyreğinde % 1.8 gibi ılımlı oranlarda daralmış.

    Türkiye’de gördüğümüz tablo ise bunların hepsinden çok daha kötü: 2008’in son çeyreğinde % 6.2’lik, bu yılın ilk çeyreğinde ise % 13.8’lik daralma. Çeşitli gelişmişlik düzeylerini ve büyüme stratejilerini yansıtan yukarıdaki yedi ülkenin hiçbirinde Türkiye’dekine yaklaşan boyutta bir ekonomik daralma olmadığı gibi, bunlardan iki tanesi krize rağmen büyümeyi başarmış. Daha geniş kapsamlı bir tarama yapacak olursak, Türkiye ile ekonomik anlamda karşılaştırılması mümkün olmayan, Türkiye’nin bir ili boyutundaki bir iki Baltık mikrodevleti dışında dünyanın hiçbir ülkesinde krizin millî geliri Türkiye’deki kadar daraltmadığını görüyoruz. 21 Ocak gibi erken bir tarihte Türkiye’nin krizden en ağır etkilenen ülke olduğu tespiti yaparken maalesef yanılmamışım.

    Türkiye mevcut dünya krizini meydana getiren süreçlerin merkezinde yer almadığı halde neden krizden en çok etkilenen ülke olmuştur? Bu elbette iş dünyasının, iktisat camiasının, siyaset kurumunun, medyanın ve bütün ülkenin uzun uzadıya tartışması gereken bir konu, daha doğrusu gece gündüz tartışılması, didik didik edilmesi gereken bir numaralı konu. Gelgelelim Türkiye’de bu konuda tam bir ölüm sessizliği hâkim. İktidarı, muhalefeti, bürokrasisi, büyük sermayesi ve medyasıyla Türkiye’ye yön veren güç odakları Türkiye’de gizli iktidarı hangi hukuk ve demokrasi dışı oluşumların elinde tutacağı konusunda birbirlerini yerken, Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bu ekonomik felâketi suskunlukla geçiştirme konusunda tam bir ittifak ve dayanışma içindeler.

    Bu ittifakın sebepleri açık. Türkiye’nin krizden en ağır etkilenen ülke olmasının sebebi de, 2001 krizinden sonra 2003-2007 arasındaki olumlu dünya konjonktürüne rağmen ancak dış borcunu ve ithalatını rekor düzeyde arttırarak büyüyebilmesinin sebebi de, büyümeye rağmen çalışan kesimin kazancının hiç artmamasının sebebi de Türkiye’de 2000 yılından beri uygulanan aşırı değerli TL veya düşük kur politikasıdır. Bilindiği gibi bu politika Türkiye’ye IMF tarafından tarafından dayatılmıştır ve 10 yıldan beri Türk ekonomisinin sürünmesine yol açan bir demir pranga görevi yapmaktadır. Bu sebeple Türkiye’nin neden krizden en ağır etkilenen ülke olduğunun tartışılması doğrudan doğruya IMF’nin Türkiye üzerindeki sultasının tartışılmasına dönüşmek durumundadır. Bu ise bürokrasi, iktidar ve muhalefetiyle siyaset esnafı, TÜSİAD ve onun medyası için tabudur, çünkü IMF demek ABD demektir. Türkiye’nin IMF tarafından içine itildiği acınacak durumun tartışılamamasının, eleştirilememesinin birinci sebebi budur.

    Sessizliğin ardındaki ikinci sebep, ben 2002 sonlarında TL’nin yeniden aşırı değerlendiğine dikkat çekmeye başladığımda fazla etkili değildi, fakat son yıllarda döviz kuru politikasının tabulaşmasında bu etken daha ağır basmaya başladı. Bu etken Türk özel sektörünün taşıdığı ağır dış borç yüküdür. 2002 yılından bu yana Türk özel sektörünün dış borcu 45 milyar dolardan 175 milyar dolara tırmanmıştır. Bu gerçekten dünya tarihinde eşine az rastlanacak bir borçlanma temposudur ve bu durumun ortaya çıkmasında özel sektörü bu konuda hiç uyarmayan, bilâkis bu süreci teşvik eden AKP hükümetinin de büyük sorumluluğu vardır. Türk ekonomisi bu dönem boyunca daima dış açık vermiştir, dolayısıyla ülkenin veya bir bütün olarak özel sektörün borçlarını geri ödeme gücü yoktur. Dolayısıyla bilançosunda büyük bir dış borç yükü bulunan, fakat genel toplamda net döviz kazancı olmayan özel sektörün kurların yükselmemesi için dua etmekten başka yapacağı bir şey yoktur. Tabii medyanın büyük sermayeyle iç içe olması yüzünden döviz kurunun gerçekçi bir düzeye çekilmesi tartışmaları medyada beş altı yıl önce kırık dökük de olsa yer bulabilirken bu konu son yıllarda tamamen tabu haline gelmiştir. Ne var ki sansürle veya başını kuma gömmekle gerçeklerden kaçılamaz. Herkes şunu iyi bilmelidir: Türkiye’nin dış borç meselesinin orta vadede sadece iki çözüm şekli vardır: Türkiye’nin dış borcu ya günün birinde dış güçlerden bağımsız bir hükümet tarafından yeniden yapılandırılacaktır, ya da krizin bir aşamasında ortaya çıkacak yeni bir finansal çalkantıda dış borcun büyük bölümü kısa sürede Türkiye’yi terk edecek, tabii bu arada Türk özel sektörünü de darmadağın edecektir.

    Şimdi düşük kur politikasının Türkiye’nin krizle mücadele etmek için yaptıklarını veya yapabileceklerini nasıl baltaladığını iki somut örnekle görelim. Bize bugün Türkiye’nin ne yapamayacağını göstercek birinci örneğimiz Brezilya’dan... 70’li ve 80’li yıllarda Brezilya Batı ülkelerindeki solcular tarafından Amerikancı askerî diktatörlükler tarafından yönetilen, bağımsızlığı sözde kalmış, zavallı bir uydu ülke olarak tasvir edilirdi. O zamanları bilemem, fakat 2002 yılında bir inceleme gezisi için Brezilya’ya gittiğimde en azından ekonomi yönetiminin Türkiye’ye göre IMF ve ABD’den çok daha bağımsız olduğunu gördüm. Brezilya’nın IMF ile ilişkisi Türkiye’de olduğu gibi IMF’nin emir ve talimatlarının yerine getirilmesi şeklinde yürümüyordu; Brezilya birçok konuda IMF ile tartışıyor ve IMF’nin her dediği kabul edilmiyordu. Bunun önemli bir sonucu şu oldu: 1990’larda IMF’nin telkiniyle Türkiye’ye benzer şekilde enflasyonu düşürmek adına döviz kurunu düşük tutan Brezilya’da 1997’de Uzakdoğu’da başlayan küresel sıcak para krizine bağlı olarak kademeli bir devalüasyon oldu. Ecevit, Bahçeli ve Yılmaz üçlüsü 94, 98 ve 2001 devalüasyonlarından hiç ders almadan 1999’da yeniden IMF’nin kucağına koşarken Brezilya bunu yapmadı ve 1999’dan sonra döviz kurunu mümkün olduğu kadar rekabetçi düzeyde tutmaya çalıştı. Bu sayede Brezilya azgelişmiş ülkelere Amerikan sıcak parasının sel gibi aktığı 2003-2007 döneminde bile cari hesabını genel olarak dengede tutmayı başardı ve Türkiye’nin şu anda içine girmiş olduğu çıkmaza düşmedi. Son iki dönemde Türkiye %6.2 ve % 13.8 küçülürken Brezilya’nın yalnızca % 3.6 ve % 1.8 küçülmesinin ana sebebi budur.

    Dış dengesinin nispeten sorunsuz olması sayesinde Brezilya mevcut krizle başa çıkmak için son zamanlarda sıradışı sayılabilecek cesur bir adım attı ve iç talebi kalıcı olarak canlandırmak amacıyla asgarî ücrete zam yaptı. Elbette bunun dünya piyasasında rekabet açısından belli ölçüde olumsuz etkisi olacaktır, ancak dış talebin her halükârda düşük kalacağı bir ortamda bu tedbirin iç talebi arttırmak açısından sağlayacağı kazanç muhtemelen daha fazla olacaktır. Türkiye gibi ortalama gelirin düşük olduğu ülkelerin Batıdan gelen talebin önemli oranda azaldığı mevcut ortamda bir defalık harcama paketleri yerine böyle bir tedbire başvurmaları daha uygundur, ancak ne yazık ki Türkiye’nin şu anda bunu yapabilmesi mümkün değil, çünkü TL hâlâ o kadar aşırı değerli ki, ilk çeyrekte ekonomi % 14 daralsa da cari açık vermeye devam etti. (Şunu da belirteyim ki, ilk üç ayda ortaya çıkan USD 1.4 mia.lık cari açık rakamı yanıltıcıdır. Bu dönemde normalde altın ithalatçısı olan Türkiye, altın fiyatındaki yükselişe bağlı olarak halkın altın satması sebebiyle altın ihraç etmeye başlamış, cari açığın USD 3.3 mia.lık kısmı buradan gelen parayla kapanmıştır. Dolayısıyla Türk ekonomisinin yılın ilk üç ayında % 14 küçülürken verdiği cari açığı aslında USD 4.7 mia. olarak görmek gerekir.) Uluslararası rekabet gücü bu kadar düşük olan bir ekonomide tabiî ki ücretleri arttırmaya cesaret edemezsiniz, çünkü bu dış dengenizin daha da bozulmasına yol açar, böylece hem dış borcunuzu artarken hem de bir yandan artan tüketimle ekonomi büyürken, öte yandan artan ithalatla ekonomi küçülür.

    Bu vesileyle İngiliz ve Amerikan yatırım bankalarına kılavuzluk yapmak amacıyla Londra’da ikamet eden TC vatandaşı ekonomistlerle aynı hizmeti İstanbul’dan ifâ eden televoleci taifesine bir çift sözüm olacak. Ben 2002’den itibaren yeniden aşırı değerlenmeye başlayan TL yüzünden cari açığın yükseldiğine dikkat çekmeye çalışırken, adıgeçen zevat koro halinde cari açığın düşük kurdan değil, ekonominin yüksek büyüme hızından kaynaklandığını iddia ediyorlardı. Şimdi bunlara soruyorum: % 14 gibi dünya ekonomi tarihinde eşine az rastlanır bir oranda küçülmüş olan Türk ekonomisi neden hâlâ cari açık vermeye devam ediyor? Bu sefer de çok hızlı küçüldüğü için mi? Ya da bu yıl Basra siklonuyla Azor Adaları antisiklonu arasındaki basınç farkının düşüklüğü sebebiyle Türkiye’de hava sıcaklıklarının mevsim normallerinin üzerinde seyretmesi mi? Cevabınızı merakla beklerken Türk ekonomisine bugüne dek vermiş olduğunuz hizmetlerden ötürü Amerikan ve İngiliz finans kapitali adına sizlere teşekkürü bir borç bilirim.

    Geçelim ve yine IMF dayatması düşük kur politikasının bir ülke için nasıl bir bataklık olduğunu bizden bir örnekle görelim. Bildiğiniz gibi krizle beraber Türk otomotiv sanayiinin satışları yarı yarıya düşünce hükümet bu sektörü desteklemek için otomotiv vergilerini geçici olarak indirdi. Sonuç? Yerli üretimde birinci ay % 20’lerde başlayıp ikinci ayda % 10’lara gerileyen hafif bir kıpırdanma, buna karşılık 2008 Aralığındaki USD 900 milyonlardan Ocak ve Şubatta USD 300 milyonlara gerileyen otomobil ithalatının vergi indirimleriyle beraber birinci ay USD 600 milyonlara, ikinci ay USD 700 milyonlara ve üçüncü ay USD 800 milyonlara tırmanması... Yani Türkiye’de işsizliğin hızla tırmadığı, durgunluğun derinleştiği bir dönemde krizle gerilemiş olan araba ithalatını vergi imdirimiyle neredeyse üç katına çıkardık! İşte siz Gümrük Birliği yüzünden gümrüklerinize sahip değilseniz (Kulaklarınız çınlasın Tansu Çiller, Murat Karayalçın ve Deniz Baykal!), IMF dayatması düşük kur yüzünden rekabet gücünüz yerlerde sürünüyorsa (Kulaklarınız çınlasın Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli, Mesut Yılmaz, Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan!), sizin yerli sanayi canlansın diye devleşen bütçe açığınıza rağmen uyguladığınız vergi indirimi yerli sanayiciden çok işte böyle Almanya’nın, Fransa’nın, Japonya’nın sanayicisine doğru gümrüklerden akar gider, siz de arkasından bakakalırsınız.

    Atatürk’ün dediği gibi, her terakkinin kaynağı istiklâldir. Bağımsızlık, bağımsızlık, yine bağımsızlık! Türkiye gerçekten bağımsız bir ülke olmayı başaramazsa çok uzun sürecek olan bu krizde akibetimiz karanlıktır.

    NOT: Bağımsızlıktan söz açmışken kısa bir not düşeyim. Birkaç gün önce Türk medyasında yayınlanan bir haber:

    “Gürcistan'daki NATO tatbikatının Rusya ile Batı arasında gerilim yaratmasının üzerinden iki ay geçmeden Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev'in Güney Osetya ziyaretine paralel olarak ABD'ye ait bir gemi Gürcistan'la ortak tatbikata girişiyor. Türkiye de tatbikata sahil güvenlik botu TCSG-123 ile katılıyor.”

    Ekonomik çöküş sürecindeki ABD’nin kabadayılık heveslerine Türkiye’nin âlet olması çok mu gerekli? Ayrıca kendi imtiyazlarını korumak için aslan kesilen bir bürokrat zümresinin ABD’nin her talebine derhal boyun eğmesi de çok düşündürücü doğrusu.
    BİR SOĞAN SOYULUYOR, YAŞARIYOR GÖZLER, BİR DEVLET SOYULUYOR, ALDIRMIYOR ÖKÜZLER....

  4. #4
    Üyelik tarihi
    22.Mayıs.2009
    Nereden
    Mersin
    Yaş
    53
    Mesajlar
    100
    Teşekkür / Beğeni

    Standart

    KAOS NOTLARI 2

    26 Eylül 2009
    Nisan ayında “Tünelin ucunda ışık göründü” makamında başlatılan Amerika merkezli propaganda kampanyası son haftalarda iyice çığırından çıkarak “Kriz bitti” aşamasına ulaştı. Bu kampanyanın başlıca iki tane malzemesi var: Birincisi başta ABD’ninkiler olmak üzere finansal piyasaların önemli ölçüde toparlanması, ikincisi de gelişmiş ülkelerin çoğunda bahar aylarından itibaren millî gelirde 2008 sonunda başlamış olan sert daralmanın hız kesmesi.

    Ne yazık ki bu iki olgu da krizin sona erdiğinin bir işareti değil. Finansal piyasalardaki toparlanma başta Amerikan merkez bankası Fed olmak üzere gelişmiş dünya merkez bankalarının finans piyasalarına olağanüstü boyutta para pompalamalarının, millî gelirdeki sert düşüşlerin hız kesmesi de yine başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin bütçe harcamalarını olağanüstü boyutta arttırmalarının sonucu. Ne var ki hükümetlerin ekonomiye yaptıkları bu devasa müdahaleler başta ABD olmak üzere birçok ülkede merkez bankası bilançolarında, bütçe açıklarında ve kamu borç stoklarında patlama boyutunda artışlara yol açmış ve açmaktadır. Dolayısıyla, bu doping uygulamalarını hiçbir hükümetin orta vadede mevcut boyutlarıyla sürdürmesi mümkün değildir. Doping geri çekildiği anda finans piyasalarındaki toparlanmanın da, ekonomik faaliyetteki cılız canlanmanın da kalıcı olmadığı görülecektir. Bu bir.

    İkinci olarak; zaten bu tür bir krizin sona erip ermediğini yalnızca borsalara ve millî gelir hareketine bakarak tayin etmek mümkün değildir. Krizin gerçek seyrini anlamak için ilk bakılacak değişkenler istihdam ve banka kredileridir. Krizin merkezi Amerikan ekonomisine bakacak olursak işsizliğin 20 aydır kesintisiz olarak arttığını görüyoruz. ABD’nin resmî rakamlarına göre son iki yılda dar kapsamlı işsizlik oranı % 4.7’den % 9.7’ye, gerçeğe daha yakın olan geniş kapsamlı işsizlik oranı ise % 8’den % 16.8’e yükselmiştir. İşsizliğin resmî rakamlarla % 17’ye ulaştığı bir gelişmiş ekonomide krizin bittiğinden söz edilemez.

    Kredilere de bir göz atalım: Amerikan ekonomisinin candamarı olan tüketici kredilerinin hacmi yılbaşından Temmuz sonuna kadar % 5.2 oranında daralmıştır. Kriz öncesindeki balon döneminde bu hacim her yıl % 5 kadar artmaktaydı.

    Amerikan ekonomisinin 2000’li yıllarda can simidi olan mortgage kredilerinin hacmi de 2006’da % 12, 2007’de % 8 artmıştı. Bu hacmin 2008’in son çeyreğinden itibaren (Amerikan tarihinde ilk defa olmak üzere) gerilediğini görüyoruz. Ayrıca Haziran 2009 itibarıyla bu hacmin % 14’ü batık durumda.

    Bu konuyu daha fazla uzatmaya gerek yok. Dünya krizi bitmemiştir; krizin sonuna yaklaşmış da değiliz. Bazı sahalarda görülen rahatlama ABD, AB ve Çin’deki sürdürülemez parasal genişlemenin sonucu olup geçicidir. Bu sebeple üretim ve yatırım kararlarını “Kriz bitti” propagandasına kapılarak alanlar çok ağır bir bedelle karşılaşabilirler, uyarıyorum.

    Bildiğiniz gibi Amerika merkezli ekonomik krizin dünya politikasında önemli dönüşüm ve çalkantılara yol açabileceğini, bunların Türkiye açısından çok da hayırlı olmayabileceğini uzun süredir söylüyorum. Buradaki temel beklentim ekonomisinin kalıcı bir çöküş sürecine girmesi sebebiyle gerileyen bir emperyalist güç olan ABD’nin bu hegemonyasını korumak için birtakım önleyici vuruşlarla bir ölüm çırpınışı içine girmesi, başlıca kaygım da hem ABD’ye en çok bağımlı ülkelerden biri, hem de ABD’nin hedef tahtasındaki ülkelerden biri olan Türkiye’nin bu türbülanstan ağır yara almasıydı. Maalesef son yazımdan bu yana her iki yönde de önemli gelişmeler oldu; bunları kısaca görelim.

    Önce Amerika’dan başlayalım. Amerikan federal hükümetinin bütçesi 2007 yılında USD 161 mia açık vermişti. O yılki millî gelirin % 1.1’ine denk gelen bu açık ABD’nin temel ekonomik dengeleri açısından bir tehlike oluşturmuyordu. Krizin başlamasıyla beraber 2008’de açık USD 455 mia.a ya da millî gelirin % 3.2’sine yükseldi. Bu kadarı da ABD gibi bir ekonomi için sorun olmaz. Peki bu yıl? Bu yıl Amerikan malî yılının 11. ayı olan Ağustos sonunda federal bütçe açığı USD 1.4 tr oldu; açığın yıl sonunda USD 1.8 tr.a ulaşması bekleniyor ki, bu da beklenen millî gelirin % 13’ü ediyor. Bunun her ülkenin ekonomik dengelerini bozabilecek kadar yüksek bir açık olduğu ortada. Üstelik ABD ekonomisi tüketimdeki daralmaya rağmen hâlâ yıllık bazda USD 500 mia kadar bir cari açık vermeye de devam ediyor. Demek ki artık ABD ekonomik dengelerinin anîden altüst olmasını istemiyorsa kriz ortamında bile büyük boyutta cari fazla vermeye devam eden ihracatçı ülkelerin Amerikan devlet tahvillerini sürekli satın almasına muhtaçtır, muhtaçtan da öte mahkûmdur. Bu durumdaki başlıca ülkeler ise Çin, Japonya ve Rusya’dır. Japonya ABD himayesinde bir ülkedir, ABD’nin burada şimdilik fazla sıkıntısı olmaz. (Ancak Japonya’da bile geçen ayki seçimlerde azılı Amerikancı Liberal Demokrat Partinin 50 yıllık iktidarının bittiğine, seçimi kazanan Japonya Demokrat Partisinin liderinin seçim kampanyasında ABD ile daha dengeli ve daha mesafeli bir ilişki yürütme sözü verdiğini hatırlatayım. Bu ABD’nin gerileyen gücünün ilk belirtilerinden biridir.) Ancak Çin ve Rusya asla çantada keklik değil. Gerçi özellikle Çin için ABD bir ihracat pazarı olarak hayatî önemde. Dolayısıyla Çin’in ihracattan eline geçen parayla Amerikan tahvili alarak ABD’nin bütçe ve cari açığını finanse etmesi Çin’in büyümesi için de zorunlu. Ancak doların değerinin Çin ve Rusya’nın her ay kaç milyar dolarlık Amerikan tahvili satın alacağına göre belirlenmeye başladığı bir dünyada bu oyunun kuralları değişir. Artık bu oyunda ABD, Çin ve Rusya karşısında askerî-siyasî cephede kabadayılık hayallerine elveda der, boynunu büküp oturur.

    Bu öngörüm çok mu hayalci geldi? Gelmesin, çünkü bu çözülme başladı bile. Daha düne kadar Çek Cumhuriyetine ve Polonya’ya “İran’a karşı” nükleer kalkan kuracağını ilân eden, Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya girmesi için uğraşan ABD’nin birdenbire bunlardan vazgeçiverdiğini görüyoruz. ABD’nin Rusya ile doğrudan kapışacak gücünün kalmadığını idrak etmesi tabiî ki dünya barışı için olumlu bir gelişme, ama bu Türkiye’yi rahatlatıyor mu derseniz, cevabım maalesef hayır. ABD’nin petrol bölgesi Ortadoğu’dan çekilerek petrol piyasasındaki gücünden vazgeçmesi Amerikan ekonomisinin içine girmiş olduğunu çöküş sürecini birden derinleştirir; askerî olarak da ABD hegemonyasına büyük darbe vurur. Dolayısıyla ABD, şu anda Rusya cephesindeki geri çekilmeye karşılık Ortadoğu’daki nüfuzunu derinleştirmek peşinde. Bu çerçevede bölgenin belkemiği olan iki ülkeyi hedeflediği görülüyor: İran ve Türkiye.

    İran konusu malûm. ABD 30 yıldır Ortadoğu’daki kâbusu olan İran’daki İslâmi rejimi bir şekilde ortadan kaldırıp bu baş ağrısından kurtulma ve İran petrollerini yeniden denetimi altına alma peşinde. Ne var ki İran’a karşı iyice saldırganlaştığı Bush döneminde bile İran’a doğrudan saldıracak gücü toparlaması çok zordu, şimdi ise imkânsız. Öte yandan gerileyen emperyalist güçlerin hayalhanesi çok genişler. Daha önce de defalarca yazdığım gibi, Türkiye’nin ABD hesabına İran’la kapışması ABD yönetiminin en büyük hayalidir. Her cephede gittikçe daha çok sıkışan Obama yönetiminin son günlerde bu büyük hayali gerçek sanmaya başladığı görülüyor. ABD yönetiminin Doğu Avrupa’ya füze kalkanı kurmaktan vazgeçtiğini açıklamasıyla eşzamanlı olarak Türkiye’ye “İran’a karşı kendisini savunması için” füze savunma sistemi satacağını ilân etmesi bunun açık göstergesi.

    Elbette Türkiye’ye silah satmak da, diplomatik teamüllere aykırı olarak iki ülkeyi birbirine karşı kışkırtan açıklamalar yapmak da bir Türkiye-İran savaşı çıkartmak için yeterli değil. Buna en büyük engel Türk halkının zengin tarihinden süzülüp gelen, bana göre dünyada başka hiçbir halkta benzerine rastlanmayan sağduyusu. Türkiye Cumhuriyetindeki 60 küsur yıllık ABD nüfuzuna ve son yıllarda bu nüfuzun görülmemiş boyutlara ulaşmış olmasına rağmen, devletin muhtelif kademelerinde de hâlâ böyle bir çılgınlığa direnecek çok sayıda kişi var. Dolayısıyla ABD bir yandan İran’ı Türkiye ve Afganistan üzerinden kuşatma girişimlerini hızlandırırken, bir yandan da Türkiye’yi dönüştürme girişiminde vites büyütüyor. Bilinçli vatanseverlerin, bu arada benim “Osmanlı ve Batı” adlı kitabımı okumuş olanların bildiği gibi ABD’nin Türkiye’ye giydirmek istediği elbise “Yeni Osmanlı” projesidir. Bu proje millî, üniter ve laik Türkiye Cumhuriyetinin yerine Türkiye’de etnik ve dinsel bir federasyon kurulmasını ve hilafetin canlandırılmasını içermektedir. Bu şekilde başkenti İstanbul olan federal hilafet devleti Türkiye’nin Ortadoğu’daki diğer Müslüman ülkeler için de bir çekim merkezi olmasıyla eski Osmanlı mülkü bir konfederasyon olarak canlandırılacak, böylece ABD istanbul’da oturanipleri kendi elinde bir Osmanoğlu marifetiyle bütün Ortadoğu’yu kolaylıkla idare ediverecektir! (Projenin diğer bir bacağı da ABD’nin Doğu Avrupa’daki, hatta belki günün birinde Rusya’daki Ortodoks hristiyanları da ekümenik ilân edilecek Fener Rum Patriği vasıtasıyla bu konfederasyona bağlayarak idare edivermesiydi, ama şimdi ABD Rusya karşısında geri çekildiğine göre projenin bu bacağı rafa kalkmış olabilir.)

    Bu projeyi ilk defa duyanlara bütün bunlar deli saçması gibi gelebilir. İnanmayan ABD’nin Sovyetler Birliğinin çöküşünden bu yana bu iş için ne kadar uğraştığını “Osmanlı ve Batı” adlı kitabımda görebilir. Türkiye’de bu iş için seferber olanların yalnızca İslâmcı-Osmanlıcı zümrelerden ibaret olduğunu da sanmayın. Bu iş için çırpınanlar arasında nice saygın bilim adamlarını ve nice büyük işadamlarını göreceksiniz.

    İşte son iki aydır Türkiye’de hükümetin ortalığa saçtığı muhtelif “açılımlar” tamamen bu “Yeni Osmanlı” projesinin yapı taşlarından ibaret. Halkın büyük çoğunluğunun öfkeli tepkisinden dolayı Başbakan Erdoğan’ın iki aydır bir türlü içini doldurmaya cesaret edemediği Kürt açılımı da, bunun arkasından geleceği satır aralarında söylenen başka etnik gruplara ve Alevîlere yönelik “açılımlar” da Türkiye’yi etnik ve dinsel bir federasyona götürmenin adımlarından başka bir şey değil. Hilafet cephesine gelecek olursak, bugün birçok özel TV kanalında ve dahi devletin televizyonu TRT’de Osmanoğlu sülâlesinin en yaşlı üyesi Ertuğrul Osman Beyin (“Hanedan” soytarılığına katılmış olmamak için özellikle Efendi yerine Bey diyorum) cenaze törenini seyrettiyseniz ve medyanın töreni nasıl yansıttığına dikkat ettiyseniz orada neler olduğunu da biliyorsunuz demektir. Benim gerçek son Osmanlı olarak gördüğüm cesur ve vatansever son padişah II. Mahmut’tan sonraki bütün fertleri kendi tahtlarını korumak için ülke çıkarlarını İngiltere, Fransa veya Almanya’nın ayaklarının altına atmış, son hükümdarı da milletine alçakça ihanet etmiş olan bir hanedanın soyundan gelmekten başka bir özelliği olmayan, Türklüğe ve Türkiye’ye herhangi bir hizmeti bulunmayan Ertuğrul Osman Bey bugün âdeta devlet töreniyle defnedildi. Daha da vahim olanı ise başta TRT olmak üzere cenaze törenini nakleden medyanın bu olayı tek elden hazırlanıp dağıtıldığı belli olan garip bir söylemle yansıtmasıydı. Seyredebildiğim bütün kanallarda ağız birliğiyle Osman Ertuğrul Beyin “hanedan reisliğinin” altı çizildi, onun ve hanedanın diğer mensuplarının uzun yıllar Türkiye’ye sokulmayarak vatan hasreti içinde kıvrandırılmalarının ne kadar büyük bir trajedi, ne kadar büyük bir insafsızlık ve vicdansızlık olduğu döne döne anlatıldı. Bu arada “hanedan riyasetinin” bundan böyle Osman Beyazıt nam şahsa intikal ettiği de her fırsatta vurgulandı.

    Bir açıdan baktığınızda bu olay acıklı bir komediden ibaret. Tahtını, ikbalini, her şeyini borçlu olduğu halkını, ülkesini düşman istilâsından koruyamadığı, en sonunda da tahtını korumak uğruna işgal güçleriyle işbirliği yaptığı için ta 86 yıl önce tarihin çöplüğüne atılmış ve halkının gönlünden ebediyen silinmiş bir hanedanın itibarını 97 yaşındaki bir torunun vefatını vesile ederek iade etmeye çalışmak gerçekten acınacak derecede umutsuz bir çabalama. Bu çabalamanın beyhudeliğinin en çarpıcı simgesi Fatih Camii avlusunda cenazeyi uğurlamaya gelenler arasında akraba taallûkat dışındaki en kalabalık zümreyi az ötede yuvalanmış olan İsmailağa cemaatinin şalvarlı, cübbeli, sarıklı mensuplarının meydana getirmesiydi. Ön planda Osmanoğlu sülâlesinin son derece şık ve modern giyimli, bir kısmı sonradan Türkçe öğrenmiş Frenklerin aksanıyla konuşan üyeleri kameralara demeç verirken, arka planda okumayı askerde Ali okulunda sökmüş birtakım sakalı belinde sarıklıların cübbelerini kabarta kabarta cami avlusunda sağa sola seğirtmeleri görülecek manzaraydı. Ne o? ABD Türkiye’de hilafeti canlandırıyor! ABD’nin Türkiye politikasını oluşturan sivri zekâlıların şunu anlaması lâzım: Türkiye’de yeniden hilafeti ve Osmanoğlu saltanatını ihya etme şansınız Türk halkının çoğunluğunu İsmailağa cemaatinin (ki mensuplarının çoğu toplumun en yoksul ve en eğitimsiz zümresinden gelen bir cemaattir bu) mensubu yapabilme şansınız kadardır! (Şunu da belirteyim ki bütün bunların bir Amerikan operasyonu olduğundan en küçük kuşkunuz varsa “Osmanlı ve Batı” adlı kitabımdan ABD’nin o ülkede kendi halinde yaşayan bu yaşlı adamcağızı bu role itmek için 2004’te nasıl Türk vatandaşlığına geçirtip Türkiye’ye gönderdiğini okuyabilirsiniz.)

    Tabiî bu olaydaki komedi unsurları ortadaki vehameti görmemize engel olmamalı. Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında faaliyet gösteren televizyon kanallarının Osmanoğullarının sürgüne gönderilmesini bir insanlık suçu gibi göstermeye çalışmaları, ortada tacın ve tahtın izi ve hanedanın h’si bile kalmamışken ikide bir “hanedan reisliğinden” söz açmaları İstiklâl Harbine, Türk Cumhuriyetine ve Türk Devrimine hain bir saldırıdır. Hele devletin kurumu TRT’nin bu operasyonda yer alması akıl almayacak kertede vahim bir skandaldır.

    Kriz ortamlarında takvim hızlanır, olağan zamanlarda seneler sürecek gelişmeler aylara, hatta haftalara sığar. Şu anda böyle bir dönemden geçiyoruz. Dolayısıyla, bugün kısa bir dünya turu yapalım derken bu site için kaleme aldığım en uzun yazıyı yazmış oldum. Yazıyı daha fazla uzatmamak için birkaç kısa mesajla bitiriyorum:

    Türkiye’deki Amerikan nüfuzu şu anda tarihî zirvesindedir. Bu bizim başlıca dezavantajımızdır.

    Öte yandan kriz ilerledikçe ABD’nin askerî ve siyasî gücü gerileyecek, hem de şu anda kendisinin bile hayal edemediği bir hızla gerileyecektir. Bu da bizim başlıca avantajımızdır.

    Her halükârda Türkiye’nin nereye savrulacağı halen belirsizdir, bu süreç içinde ortaya çıkacaktır. Kısacası, yakın gelecekte Türkiye’nin birliğinin ve Cumhuriyetin yara alması tehlikesi mevcuttur.

    Öte yandan; Türkiye’de hükümetler halkı kandırıp uyutarak Türkiye’yi Gümrük Birliğine sokabilirler, IMF ile Türk ekonomisini çıkmaza sokacak programlar üzerinde anlaşabilirler, dış politikada tavizler verebilirler... Ama halka rağmen Türkiye’yi federasyon yapamazlar veya halka rağmen Türkiye’ye hilafeti geri getiremezler. Bu bakımdan Türk halkının Kürt açılımına veya Ermenistan sınır kapısının açılmasına gösterdiği kararlı tepkinin Türkiye Cumhuriyetinin bekasını ilgilendiren kritik yol ayrımlarında bundan sonra da devam etmesi hayatî önemdedir.
    BİR SOĞAN SOYULUYOR, YAŞARIYOR GÖZLER, BİR DEVLET SOYULUYOR, ALDIRMIYOR ÖKÜZLER....

  5. #5
    Üyelik tarihi
    10.Mart.2007
    Yaş
    47
    Mesajlar
    9,262
    Teşekkür / Beğeni

    Standart

    Yazıların puntosunu küçültüyorum, okumak daha kolay olacak çünkü.... Yazarın ekmomi yorumlarından haberdar değilim. Elinize sağlık,teşekkürler...

  6. #6
    Üyelik tarihi
    22.Mayıs.2009
    Nereden
    Mersin
    Yaş
    53
    Mesajlar
    100
    Teşekkür / Beğeni

    Standart

    ROUBINI’NIN AĞZINDAKİ BAKLA

    5 Kasım 2009
    İçinde bulunduğumuz dünya ekonomik krizi 2007 yazında ABD’de mortgage tahvili piyasasının çökmesiyle patlak verdikten sonra Amerikan medyası tarafından “Krizi önceden bilen adam” olarak bütün dünyaya lanse edilen bir iktisatçı var: Nouriel Roubini. Tabiî bu kişiyi sizlere tanıtmama gerek olmadığını biliyorum, çünkü ABD için önem taşıyan herhangi bir konuda Amerikan devletinin propaganda aracı Amerikan medyası neyi lanse ediyorsa Türkiye medyasının da aynı şeylerin çığırtkanlığını yaptığını iyi biliyoruz.

    Amerikan medyası Roubini’nin reklamını yapmaya başladığı andan beri bu kişinin Amerikan devleti hesabına propaganda yapmakla görevlendirilmiş bir ajan-akademisyon olduğu konusunda hiç kuşku duymadım. Bu konuda artık elimizde yeteri kadar delil de var, ama ben bu tespiti ilk başta nasıl yaptığımı da açıklamayı yararlı buluyorum.

    Birincisi, ABD gibi öndegelen bir emperyalist devletin medyasının nasıl çalıştığı hakkındaki genel bilgimden yola çıktım. Günümüzde ABD yönetiminin uluslararası bir hegemonik projeyi uygulamaya koyması önce kendi halkının, ardından müttefik veya bağımlı ülkelerin, daha sonra da dünyanın geri kalanının o konudaki algı, bilgi ve düşüncelerinin sürekli manipüle edilmesini gerektirir. Bu da elbette resmî açıklamalarla değil, bağımsız görüntülü medya aracılığıyla yapılacaktır. Bunun en yakın örneği ABD’nin Irak’ı işgal etmesinden önce Amerikan medyasının kendi halkından başlamak üzere bütün dünyayı 11 Eylül saldırısını yapanların Irak’ta saklandığına ve bu ülkede kitle imha silahları bulunduğuna inandırmaya çalışmasıdır. Amerikan halkının çoğunluğu bu yalanlara inanarak Irak Harekâtına destek vermiştir. Aksi olsaydı bu işgal gerçekleştirilemezdi.

    ABD 1990’lardan bu yana sürekli cari açık veren, yani ürettiğinden fazlasını tüketen bir ülkedir. Buna rağmen şimdiye kadar dış finansman sorunu olmamış veya parası cari açığının gerektirdiği boyutta değer kaybetmemiştir. Bu, dünya finans sisteminde doların merkezî bir rol oynaması sayesinde mümkün olmuştur. Bu sayede dünya ekonomisi ve dünya ticaret hacmi büyüdükçe dünyada dolar talebi de otomatik olarak arttığı için ABD yıllar boyunca dış açığını da, bütçe açığını da karşılıksız para basmak yoluyla diğer ülkelerin sırtından karşılayabilmiştir. Bunun olağanüstü bir avantaj olduğu ortadadır. Bu avantajın ortadan kalkması ABD’nin süper güç olmasına son verir. Daha önce de defalarca belirttiğim gibi, mevcut kriz dolar merkezli dünya finans sisteminin sona ermesine yol açacaktır. Dolayısıyla, mevcut kriz sürecinin yönetilmesi ABD için Irak işgalinden çok daha önemli bir konudur, ölüm kalım meselesidir. Bu şartlar altında, Amerikan medyasının bir iktisatçıyı davul zurnayla “kriz kâhini” ilân etmesinin yalnızca o kişinin isabetli ekonomik tahminlerinden kaynaklanmış olması mümkün değildi.

    İkinci olarak, mesleğim gereği ekonomik konjonktür araştırma ve yorumlarını yakından izlediğim için Roubini’nin Amerika’da “kriz kâhini “ olarak ön plana çıkartılacak ilk isim olmadığını da iyi biliyordum. Amerikan medyası Roubini’nin krizi 2006’da öngördüğünü yazıyor. (Bu arada benim de 2005’ten bu yana burada ve haftalık bültenimde bu krizle ilgili uyarılarda bulunduğumu biliyorsunuz. Ben bunu Türkiye’de çok kısıtlı imkanlarla yapabilirken New York’un göbeğindeki bir üniversitede bana göre on kat fazla imkanla çalışan Roubini benden 1 yıl sonra krizden bahsetmeye başlamışsa kendisini başarılı saymaya imkan yok. ) Buna karşılık Amerikan yatırım bankası Morgan Stanley’in başekonomisti Stanley Roach en azından 2005’ten beri Amerikan ekonomisindeki kriz potansiyelini küresel bir analiz çerçevesinde ve benim Roubini’de hiç görmediğim bir berraklıkla yıllarca analiz edip yazdı. Ayrıca Roach önemli bir yatırım bankasının başekonomisti olarak Amerikan medyası ve kamuoyu tarafından o zamanlar Roubini’ye göre çok daha fazla tanınmaktaydı. Buna karşılık kriz patlak verince Roach Amerikan medyası tarafından hiç parlatılmadı. Bilâkis, Morgan Stanley onu dünya ekonomik konjonktürünü incelemekle yükümlü olduğu başekonomistlik görevinden alarak Doğu Asya Bölgesi operasyonlarının başına getirdi. Yani terfi etme görüntüsü altında sesi kesildi. Demek ki kişilik olarak ajan-akademisyenliğe elverişli biri değilmiş. Yazılarından ben de fikir namusuna sahip bir insan olduğu izlenimini almışımdır.

    Şimdi de asıl önemli konuya, lanse edilip görevine başladıktan sonra Roubini’nin dünya kamuoyunu hangi alanlarda manipüle etmeye çalıştığına gelelim. Yukarıda da belirttiğim gibi, kriz sürecinde ABD için gelişen asıl büyük tehlike doların bütün dünyanın parası olmaktan çıkmasıdır. Bu işin ilk aşaması da doların önemli ölçüde değer kaybetmesidir. (Bunu gerektirecek ekonomik sebepler zaten fazlasıyla olgunlaşmıştır.) Bu değer kaybı esas olarak euro, yen, frank gibi diğer rezerv paralara ve çağların değişmez değer ölçüsü altına göre olacaktır. Bana göre bunlar arasında en tehlikelisi de altının dolar karşısındaki yükselişidir, çünkü bu süreci hükümetlerarası pazarlıklarla manipüle etme şansı yok gibidir.

    Öyle anlaşılıyor ki Amerikan devleti “resmî kriz kâhini “Roubini’yi de bu en hassas konuda, doların değerinin korunması konusunda görevlendirmiştir. Kısacası Roubini’nin kriz kâhinliği önemli oranda abartma ve şişirme, doların değeri dışında söyledikleri ise dolgu maddesidir.

    Şimdi delilleri görelim: Roubini 2008 Ekiminin ilk günlerinde, yani doların diğer rezerv paralar karşısında büyük değer kayıplarından bir türlü kurtulamadığı bir dönemde bütün dünya merkez bankalarını 1.5 puanlık faiz indirimi yapmaya çağırdı. Sayın profesöre göre bu yapılırsa dünyanın resesyona girmesi engellenebilirdi! O zaman da burada yazmış olduğum gibi, bu saçma bir görüştü. Ancak ekonomi konusunda medyadan edinilmiş sığ bilgilere sahip biri buna inanabilirdi. Belli ki Roubini’nin asıl arzusu ABD dışındaki diğer büyük merkez bankalarının da faiz düşürmesiyle Fed faiziyle bunlar arasındaki farkın ortadan kalkması, böylece doların değer kaybının frenlenmesiydi. Nitekim Amerikan medyasının bu açıklamaya büyük yer vermesinin hemen ardından ABD’nin bastırmasıyla büyük merkez bankaları döviz piyasalarına büyük çaplı müdahalelere girişerek doları önemli oranda toparladılar.

    Geçen hafta Roubini yine işbaşındaydı. Çünkü dolar-euro paritesinin bir yıl aradan sonra tekrar 1.50’ye ulaşmasıyla Roubini’nin, daha doğrusu Washington’daki patronlarının paçaları tutuşmuştu. Roubini Financial Times’da yayınlanan yazısında ilk bakışta dünya borsalarında ve emtia piyasalarında son altı ayda yeniden oluşan balonların patlayabileceğine dair uyarı yapmaktaydı. Yazı daha dikkatli okunduğunda ise Roubini’nin aslında yine doların avukatlığını yapmaya soyunduğu görülüyordu. Roubini’ye göre bu balonların tek finansman kaynağı Fed’in sıfır faizle dağıttığı yeni dolarlardı. Dolayısıyla, bu balonlar er geç patlayınca dolar borçlanıp bu piyasalarda pozisyon almış olan yatırımcılar yeniden dolara dönecekleri için dolar hızla değer kazanacaktı. Yani Roubini aslında kriz kehanetinde veya uyarısında bulunmuyor, dünyayı doların nurlu istikbaline inandırmaya çalışıyordu.

    Analizinde en dikkat çekici nokta ise dolarla ilgili bütün söylediklerinin yukarıdaki “carry trade” mantığıyla sınırlı kalmasıydı. Nerede ABD’nin 15 yıldır kapanmak bilmeyen büyük cari açığı, nerede ABD’nin 1.4 trilyon dolara ulaşmış dev bütçe açığı ve en önemlisi nerede önümüzdeki birkaç yılın Amerikan bütçe açığı ve tahvil ihracı tahminleri? Bir iktisatçının bunları hiç dikkate almadan sadece finansal hareketler üzerinden doların değeri hakkında kehanette bulunması kabul edilemez. Hele hele Çin ve Rusya gibi büyük döviz rezervi tutan ülkelerin, hatta ABD’nin güdümündeki Arap şeyhliklerinin bile döviz rezervleri için dolar yerine alternatif aradıkları bir ortamda bu hiç kabul edilemez.

    Altın fiyatındaki büyük bir yükselişin doların akibeti açısından en büyük tehlike olduğunu söylemiştim. Nitekim Roubini geçen hafta o cepheden de saldırıya geçti. Aslında saldırı Financial Times’daki yazısında da örtülü olarak mevcuttu. Roubini emtia piyasalarındaki balonların sonunda patlamaya mahkûm olduğunu söylerken dünyanın doların çöküşe gitmesi sebebiyle yeni bir uluslararası tasarruf aracı arayışında olduğu gerçeğini tamamen gözardı ederek altını da diğer emtialarla bir tutuyor, altın fiyatının da çökeceğini iddia ediyordu. Dün bu iddiaya ünlü Amerikalı finansal yatırımcı Jim Rogers’dan cevap geldi. Rogers Roubini’nin dersini iyi çalışmadığını söyleyerek altın fiyatının önümüzdeki 10 yıl içinde 2 bin doları görebileceğini öne sürdü. Roubini buna aceleyle cevap verdi. Cevabı kısaydı: “Altının fiyatı belki 1,100 dolara falan çıkabilir, ama 1,500 veya 2,000 dolardan söz etmek saçmalıktır.”

    Ne derin bir cevap, değil mi? Öte yandan sayın kâhinin bunu söylemesinden kısa süre sonra altın fiyatı 1,098 doları gördü ve günü de 1,092 dolardan kapattı. Altının 2001’de 250 dolarlarda, 2007’de bile 600 dolarlarda gezindiğini hatırlatırım. Yanlış anlaşılmasın, ben burada Jim Rogers’ın tahmini doğrudur veya yanlıştır demiyorum. Altın veya doların değeri konusunda profesyonel bazda benden görüş almak isteyenlerin Haftalık Ekonomik Yoruma abone olmaları gerekiyor. Orada altının uzun sürecek bir yükseliş dönemine girdiğini ilk olarak 2007 Eylülünde, altın 600 dolarlardayken söylemiş olduğumu da bu vesileyle belirteyim. Ancak sekiz yıl içinde fiyatı dolar bazında dört katına yükselmiş bir nesnenin fiyatının önümüzdeki on yıl içinde iki katına çıkacağı iddiasına, hiçbir sebep gösteremeden “Saçmalık” diye bağırana “Ağır ol!” derler. Üstelik bir yıldan beri Amerikan dolar matbaaları II. Dünya Savaşından bu yana görülmemiş bir tempoyla çalışmaktalar ve daha çok uzun süre de durmak bilmeyecekler. Hele hele altın fiyatı 1,090’larda gezerken “Belki 1,100 olabilir!” diye sözde tahmin yapmak gerçekten acıklı. Dün ağzından dökülen bu zavallı sözler sayın kâhinin kamuoyu açıklamalarının bilimsel mantığa değil, ABD’nin çıkarlarını savunma mantığına dayalı olduğunu hiçbir şüpheye yer bırakmayacak açıklıkla ortaya koymuştur. Vatandaşlarımı bu kişinin dediklerini ciddîye almamaları konusunda uyarıyorum.
    BİR SOĞAN SOYULUYOR, YAŞARIYOR GÖZLER, BİR DEVLET SOYULUYOR, ALDIRMIYOR ÖKÜZLER....

  7. #7
    Üyelik tarihi
    28.Temmuz.2008
    Mesajlar
    4,807
    Teşekkür / Beğeni

    Standart

    KRİZ KALICI, AKP GİDİCİDİR

    20 Mart 2013

    2008’de patlak veren küresel krizi ABD önderliğindeki büyük ülkelerin para basarak aşma çabaları artık tükenmiş, iflâs etmiş durumda. Batı’nın finans sermayesi dışında artık her ülkede sadece üç beş zengini ilgilendiren borsaların yeni rekorlar kırması işlerin yolunda gittiğini göstermez; bakılması gereken dünya çapındaki ekonomik büyüme ve istihdamdır.

    Buraya baktığımızda euro bölgesinin 2012’nin ilk üç dönemi boyunca % 0.1, % 0.2 ve % 0.1‘lik daralmalarla durgunluğun sınırında gezindikten sonra son çeyrekte % 0.6’lık daralmayla bodoslamadan durgunluğa gömüldüğünü görüyoruz. Bu yılın ilk aylarında gelen veriler 2013’te durgunluğun daha da derinleşeceğini gösteriyor. Euro bölgesinde istihdam ise 2012’nin son çeyreği itibarıyla 2007 sonundaki zirve değerinden % 3.2 düşüşle 2006 yılındaki seviyesine gerilemiş durumda.

    Avrupa’nın euro dışındaki büyük ekonomisi İngiltere de 2012’in son çeyreğinde % 0.3 küçülerek aynı rotaya girmiş durumda.

    Dünya ekonomisinin diğer önemli efektif talep alanı olan Amerikan ekonomisinde, Amerikan hükümetinin resmî verilerine ve Wall Street medyasının propagandasına göre işler çok daha iyi, büyüme yavaş da olsa hâlâ devam ediyor, işgücü piyasasında da düzelme belirtileri var. Keşke öyle olsaydı, fakat ne yazık ki bu iddiaların hepsi kuyruklu yalan! Şu anda ABD büyük ekonomiler arasında Çin’den sonra ekonomik verilerini en utanmazça manipüle eden ikinci ülke. O yüzden Amerikan ekonomisinin nereye gittiğini anlamak için Wall Street’in ve Amerikan medyasının gözümüze soktuğu palavra verilere değil, başka göstergelere bakmak gerekiyor. Benim buradaki hükümetten gıda yardımı alan Amerikalıların sayısı.

    Amerikan ekonomisinde kriz aslında 2008’den daha önce, 2007 başında konut fiyatlarındaki artışın durmasıyla başlamıştı. Bu tarihte hükümetten yemek kuponu alan Amerikalıların sayısı 26 milyon kişiydi. O günden sonra bu sayı önce yavaşça, 2008 başından itibarense baş döndürücü bir hızla arttı ve “Amerikan ekonomisinin büyümeye ve Amerikan işgücü piyasasının düzelmeye devam ettiği” 2012 Aralığında 47 milyon 792 bin kişiye ulaştı. Bu da ABD nüfusunun bu yardım kapsamına girebilecek 244.4 milyon kişilik kısmının (16 yaşından büyük, asker olmayan veya cezaevi, hastane, bakımevi gibi devlet kurumlarında barınmayan nüfus) % 19.56’sına denk geliyor. Yani halen her beş Amerikalıdan biri ancak devletten aldığı gıda yardımıyla karnını doyurabiliyor. Daha beş yıl önceyse bu oran % 11’di. Benzin tüketimi gibi Amerikan ekonomisinin gerçek durumunu ortaya koyan başka göstergeler de var, ama bu kadarı da ABD’de gerçek bir ekonomik toparlanmanın söz konusu olmadığını, bilâkis işlerin her geçen gün daha kötüye gittiğini göstermeye yeter.

    ABD ve Avrupa’da ekonomik durgunluk ve istihdamda gerileme varsa dünya ekonomisinin de durgunluktan kurtulamayacağını öngörmek için kâhin olmaya gerek yok. Türk ekonomisi zaten geçen yazdan bu yana durgunlukta ve artık dünya da durgunluğa girdiği için Türkiye’nin ihracatını arttırarak durgunluğu aşma şansı yok. Büyümeye dönüş için geriye kalan tek yol yeniden kredilerde gaza basarak iç talebi pompalamak, fakat bu da konut ve otomotivde piyasalarındaki satürasyon, Türk halkının ödeme gücüne göre aşırı borçlu olması, bankaların yeni kredi verebilmek için yurt dışından kaynak bulmak zorunda olmaları gibi birçok sebepten ötürü eskisi kadar kolay değil. Yapılabildiği oranda da, zaten aşırı değerli olan Türk Lirasının giderek daha da değerlenmesinden ötürü, cari açığı büyütmesi kaçınılmaz, dolayısıyla Türk ekonomisi artık tam anlamıyla çıkmaz sokakta. Türkiye bundan sonra bir yandan her gün derinleşen durgunluk ve işsizlikle boğuşurken bir yandan da daralmaya rağmen kapanmayan cari açığından dolayı kurbanlık koyun gibi küresel likiditenin azalacağı veya yön değiştireceği zaman ortaya çıkacak mega devalüasyonu bekleyecek.

    Buradan AKP’nin akıbetine gelelim... Bilindiği gibi bu parti 2001 devalüasyonun iktidardaki üç partinin (DSP, ANAP ve MHP) üzerinden silindir gibi geçmesiyle ortaya çıkan siyasî boşlukta vücut bulabildi. (Başka bir merkez sağ parti olan DYP ise çakma demir lady Tansu Çiller’in kılavuzluğunda ortaya çıkan 94 krizi tarafından öğütülmüştü.) Tombaladan çıkan bir parti olan AKP’nin eline geçen fırsatı kalıcı başarıya dönüştürmesi ve daha sonraki iki seçimde de oyunu arttırabilmesi ise tamamen ABD’nin 2001’de mortgage kredilerinde gaza basarak önce kendi ekonomisini, sonra da bütün dünyayı paraya boğması sayesinde mümkün oldu. 2004’ten itibaren ekstra dolar likiditesi gelişen ülkelere de akmaya başlayınca Türk halkı daha önce ancak Amerikan filmlerinden tanıdığı “Kazanmadığın parayı harcama” cennetinin ortasına düştü. Öncesinde kredi kartı almak deveye hendek atlatmaktan beterdi, varlıklı kesimin harcıydı. Tüketici kredisi, konut kredisi nâmevcuttu, taşıt kredisi ise emekleme devresindeydi. Amerikan parası Türkiye’ye oluk oluk akmaya başlayınca baş döndürücü bir hızla oralardan “Cep telefonundan TC kimlik numarasını gönderene anında ihtiyaç kredisi” aşamasına geldik. Halkın büyük çoğunluğu borçlanarak yaşama tuzağına balıklama daldı, hemen herkes bir ucundan bu sisteme dahil oldu. Öte yandan beyaz politbüronun, dolayısıyla Batı’nın borazanı olan beyaz medya yıllar boyunca Türk ekonomisindeki sorunların, sıkıntıların gerçek sebeplerini, Amerikan sermayesinin kendi çıkarları için oluşturup Batı blokuna empoze ettiği neoliberal sistemin açmazlarını gizlemek, bu amaçla “2001 krizinin MGK‘da anayasa kitapçığı fırlatılmasından kaynaklandığı gibi” mitoslar üretmekle meşgul olduğu için, Türk halkının büyük çoğunluğu ekonominin gerçek dinamiklerinden bîhaberdi. Daima olduğu gibi, ilâhî adalet burada da tecelli etti, halk bu konudaki bilgisizliğinden dolayı ekonomideki rahatlamayı AKP’nin veya tek parti iktidarının marifeti olarak gördü, seçimden seçime AKP’ye daha çok oy verdi, beyaz baronlar da nefret ettikleri AKP’ye 10 yıldır mahkûm oldular, eskiden evde pijamayla başbakan karşılayanlar bürokratların önünde dize geldiler.

    Ama artık bunlar geçmiş bir zamanın hikâyeleri... Nasıl öleni kimse diriltemezse, Türk ekonomisinin dış cephede sürekli dış borçlanmaya, iç cephedeyse sürekli kredi genişlemesine dayalı büyüme modelini de artık kimse geri getiremez. Ne AKP, ne başka bir parti, ne ABD, ne de AB... Bundan sonra zaten aylardır tıkanmış olan bu sistemin önce yavaş yavaş, sonra anî sıçramalarla parçalanıp darmadağın olduğunu göreceğiz. Bu sahte refah sisteminden kopan her parça AKP’nin oylarından da birer tutamını kopartıp götürecek, ta ki bu parti iktidardan düşene kadar. Küresel kriz sürecini durdurmak nasıl kimsenin harcı değilse, bu erime sürecini de kimse durduramaz. AKP’yi iktidardan düşürecek birinci ve en önemli faktör bu.

    İkinci mesele siyaset arenasında, fakat o da Türk ekonomisindeki çıkmazla yakından bağlantılı. Türk ekonomisi 2011’in Eylülünden bu yana cari açık cephesinde köşeye sıkıştı, açığın tamamını taze dış kaynakla karşılayamaz oldu. O yüzden bir buçuk yıldır önceki likidite bolluğunda biriktirilen dövizleri ve bankalarca halkın elinden toplanan altınları harcayarak durumu idare ediyoruz. Ama hükümet bu yolun çıkmaz olduğunun farkında, o yüzden panik halinde. Bu panik hükümeti (elbette ABD’nin de yönlendirmesiyle) başka bir çıkmaz sokağa, terör karşısında boyun eğerek terörü bitireceğini sanma gafletine sürükledi.

    Halbuki bu yılın başlarında güvenlik güçlerinin disipline edilmesiyle kırsal alanda teröristlere, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in kararlı tutumuyla da terörün şehirlerdeki destek unsurlarına ağır darbeler vurulması yıllardan beri ilk defa vatandaşın yüreğini soğutmaktaydı. Hal böyleyken hükümet birden 180 derece döndü, İdris Naim Şahin PKK’nın alkışları arasında görevden alındı ve teslimiyet süreci başladı. (Bu arada beyaz medyanın da göreve başladığı ilk günden beri İdris Naim Şahin aleyhinde kampanya yürüttüğünü de kaydedeyim, çünkü beyaz politbüro AKP’nin bertaraf edilmesi için ahlâksızca PKK’dan medet ummaktadır.) Gerçi bu hükümetin keskin U dönüşlerine alışkınız; İngiltere ve Fransa’nın Libya’ya saldırması karşısında Başbakan Erdoğan’ın “NATO’nun Libya’da ne işi var?” diye kükremesinden birkaç gün sonra Türk askerî helikopterleri Libya’da göreve başladı! Ama nihayetinde bu dış politikadır, değişen dengeleri kollamak gerekebilir. Fakat Türkiye’nin kanayan yarası olan bölücü terör konusu başka hiçbir şeye benzemez, o bakımdan bu konuda belli bir başarıya ulaşılmışken anîden 180 derecelik bir dönüşle karanlık bir yola girilmesinin önemli bir sebebi olması gerekir. O sebep de temelde ekonomiktir.
    Öyle görünüyor ki, hükümet ekonominin yukarıda anlattığım çıkmaza doğru sürüklendiğini dehşetle fark edince ABD kendisine bir çözüm önerdi, “Petrol ithalatın neredeyse cari açığına eşit, eğer petrolü çok ucuza alabilirsen cari açığın çok küçülür, devamlı yurt dışında döviz aramaktan kurtulursun” dedi ve bunun yolunun da Türkiye’nin Kuzey Irak Kürt Bölgesiyle entegre olmasından geçtiğini söyledi. Tabiî bunun için önce, ABD’nin diliyle söyleyecek olursak, “Türkiye’nin kendi Kürtleriyle barışması” gerekiyordu. Türkçesi, 30 küsur yıldır on binlerce vatan evlâdının kanına giren, en çok da Kürtleri öldüren terör örgütü bütün yaptıkları yanına kâr kalacak şekilde affedilecek, Öcalan da (1999’da ABD tarafından Türkiye’ye teslim edildiği zaman kaşarlanmış bir Amerikan nüfuz ajanının söylediği gibi) hapisten çıkarılarak Kürtçü hareketin başına geçecekti. Şu anda hükümet ne derse desin, neye inanırsa inansın, ağır bir yenilgiye uğratılmadıkça zaten PKK’nın da bundan azına razı olması mümkün değildir. İnşallah yanılıyorumdur. Bu işin nereye gideceğini yaşayanlar görecektir.

    Söylemeye gerek yok ki, ABD’nin aslında “Türkiye’nin Kürtleriyle barışmasının ardından Kuzey Irak’la federatif bir yapı içinde birleşerek Türkiye’nin büyümesi, bu arada petrol ve doğalgaz kaynaklarına kavuşması“ diye bir planı yok ve olamaz. Amaç Türkiye, Irak ve Suriye’den koparılacak parçalarla Büyük Kürdistan’ın kurulmasıdır. Suriye’de Batı’nın kontrolündeki unsurlar tarafından iç savaş başlatılmasının asıl sebebi de bu. Burada dışarıya verilen görüntü ABD’nin İran-Suriye-Hizbullah hattını kopararak İsrail’in güvenliğini sağlamaya çalışmasıdır. Bizimkilerin önüne atılan yemse “Suriye’de % 11’lik Nusayrî azınlığa dayanan rejimin devrilmesiyle kurulacak Sünnî ve İslâmcı rejim sayesinde Türkiye’nin Ortadoğu’ya doğru pan-İslâmist hamleler yapmasının önünün açılmasıdır”. Halbuki ABD Suriye ordusunun gücü, Suriye’deki Rus askerî varlığı ve İran ve Rusya’nın Suriye ile kara, deniz ve havadan bağlantı kurma imkânları sebebiyle Beşar Esad’ın Kaddafi gibi bir ayaklanmayla tasfiye edilmesinin mümkün olmadığını gayet iyi bilmektedir. ABD ve Avrupalı müttefiklerinin Suriye iç savaşındaki asıl hedefi Suriye’nin etnik ve dinî temelde parçalanmasıdır. Bu çerçevede Esad’a Akdeniz sahilinde bir Nusayrî devleti bırakılacak, Rusya’nın Tartus limanı da bu devletin sınırları içinde kalacaktır, böylece Rusya da tatmin edilmiş olacaktır. Asıl kritik hamle ise Suriye’nin Türkiye sınırında yer alan Kürt bölgesinin Suriye’den koparılmasıdır. Türkiye’den Suriye’de beklenen katkı esasen budur.

    AKP’nin kalemşörleri bu planı Türk kamuoyuna Suriye’nin kuzeyinde Türkmenlerin de bulunduğunu söyleyerek pazarlamaya çalışmakta ve bu arada Türk milliyetçiliğine nasıl baktıklarını bildiğimiz bu kişilerin ağzında çok eğreti duran bir “Misak-ı Millî “ edebiyatı dahi yapmaktadırlar. Fakat biz ABD’nin Irak’ı işgali sırasında Türk şehri Telafer’de yapılan katliamları, Kerkük’ten şehrin gerçek sahibi Türklerin sürülüp, yerlerine dağlardaki Kürtlerin yerleştirildiğini, Türklerin tapu kayıtlarının yakılarak yok edildiğini unutmadık. ABD’nin Irak’ı işgalinden Irak Türklerine ne hayır geldi ki, Suriye’nin Batı egemenliğine girmesinden Suriye’deki Türkmenlere hayır gelsin? Misak-ı Millî edebiyatı ise tamamen mugalâtadır, çünkü Irak veya Suriye’den herhangi bir bölgenin Türkiye ile birleşmesi asla söz konusu olmayacaktır. Suriye’nin kuzeyinden koparılacak kuşak Büyük Kürdistan’ın Akdeniz’e çıkışını sağlayarak petrol ve doğalgazını pazarlamak için Türkiye’ye muhtaç olmamasını sağlayacaktır.

    Evet, plan budur ve bu planı uygulama çabaları iki koldan AKP’nin iktidardan düşmesine yol açacaktır. Türkiye’de siyaset yaparken karşı çıkamayacağınız iki büyük güç vardır: Birincisi İslâmdır, ikincisi Türk milliyetçiliğidir. Bu iki unsur bu ülkenin mayasıdır. Bunlarla tokuşan sandığa gömülür.

    Türklüğün haricî ve dâhilî düşmanları daima Türk milliyetçiliğini MHP düşüncesinden ibaretmiş gibi göstermeye çalışırlar. MHP ve onu doğuran fikir akımı ne Türk milliyetçiliğinin kurucusudur, ne de başlıca temsilcisidir. Türk halkı günümüz dünya halkları arasında Hunlardan bu yana kesintisiz olarak devam eden devlet geleneğiyle en yüksek siyasî sağduyuya sahip olan halktır. Türklerin binlerce yıllık şanlı tarihleri boyunca devlet kurucu, fetihçi ve yönetici bir millet oldukları bilinci Türk halkının toplumsal hafızasına ve bilinçaltına kazınmıştır. Onun için Türk milliyetçiliği AKP’nin Batılı oryantalist akıl hocalarının dediği gibi 20. yüzyılda ortaya çıkmış ve Kemalizm tarafından Türk toplumuna zorla benimsetilmiş yapay bir ideoloji değildir. Modern Türk milliyetçiliğinin kökü Türkün binlerce yıllık siyasî-askerî macerasının organik olarak ürettiği bir proto-milliyetçilik olarak zaten asırlardır mevcuttur. O sebeple Türk milliyetçiliği Türkiye’de siyasî yelpazenin her tarafındadır, her karışındadır, Türkün olduğu her yerdedir. “Barış” diye pazarlanmak istenen teslimiyet sürecinin gerçek mahiyeti ortaya çıktıkça AKP Türkiye’nin en büyük siyasî gücünün Türk milliyetçiliği olduğu gerçeğiyle yüzleşecek ve bu da onun son siyasî hatası olacaktır.

    Bu bağlamda hiçbir liderlik vasfı olmayan Kemal Kılıçdaroğlu’nun neden bir kaset operasyonuyla CHP’nin başına getirildiği de açığa kavuşmuştur. Kılıçdaroğlu ABD’nin PKK’yı legalleştirme planına CHP’nin karşı çıkmaması, bilâkis destek vermesi için getirilmiştir. Kılıçdaroğlu’nun ikinci görevi ise AKP medyasının Dersim olaylarını istismar etmek suretiyle Alevîleri Cumhuriyetçi kamptan koparma girişimine yardakçılık yapmaktır. Nitekim AKP medyası bu konuda kampanya başlattığında CHP sessiz kalırken, bir milletvekili de (CHP Tunceli örgütünün şiddetli itirazına rağmen bizzat Kılıçdaroğlu tarafından milletvekili adayı yapılan Hüseyin Aygün) kampanyaya CHP içinden katıldı. Aygün 2011’de CHP’den milletvekili adaylığı sırasında Tuncelili seçmenlere hedeflerini şöyle açıklıyordu: “Kürt illerinde ve Dersim’de sürdürülen askeri operasyonların derhal durdurulması, 1938'in katliam olduğunun resmen kabul edilmesi, Dersimlilerden özür dilenmesi, 1938'de idam edilen Seyid Rıza, Uşenê Seyid, Qemer Ağa, Fındık Ağa, Resik Hüseyin, Cebrail Ağa ve diğer şahsiyetlerin mezar yerlerinin açıklanması ve itibarlarının resmen iade edilmesi, vs.”

    Batı emperyalizminin emriyle son dönemde Atatürk’ün itibarsızlaştırılması için başlıca istismar kaynağı haline gelen Dersim olayları hakkında Türk halkı şunları bilmelidir: 1937 Dersim isyanı Atatürk’ün Hatay’ı Fransa’nın elinden alarak anavatana bağlama girişimini önlemek isteyen Fransa’nın karşı hamlesidir. İsyanın Fransa tarafından planlanması Doğu Anadolu ile Halep arasında canlı koyun ticareti yapar görünen, ikisi Ermeni dört Fransız ajanı tarafından gerçekleştirilmiştir. İsyanın kilit unsurları da Dersim’deki kripto Ermenilerdir. Fransa ile Dersim'deki Fransız muhipleri arasındaki ilişki, Türkiye aleyhine faaliyette bulunan Dersim kökenli birçok eşhasa (sinemacı, şarkıcı, vs.) Fransa tarafından kucak açılması şeklinde bugün de devam etmektedir. Binaenaleyh Dersim isyanının tenkili esasen genç Türkiye Cumhuriyetinin kendisini yok etmek isteyen emperyalizme karşı kendini savunmasından ibarettir. Bu gerçekler bilinmeden Dersim olayları hakkında fikir beyan etmek lâfügüzafla vakit kaybetmektir. Bunları söylemem tenkil harekâtlarında hayatını veya yakınlarını kaybeden suçsuz insanlara üzülmediğim anlamına gelmez, fakat her savaşta suçsuz insanlar ve siviller ölür ve en kanlı savaşlar da iç savaşlardır. Ayrıca konuya salt insanî mercekten bakmaya kalkarsak Dersim aşiretlerinin ta 17. asırdan başlayarak kesintisiz 20. yüzyıl başına kadar Erzincan, Divriği, Harput yörelerinde yaptıkları eşkiyalığa, savaşlarda erkeksiz kalan Türk köylerine yapılan baskınlara, I. Dünya Savaşında bazı Dersim aşiretlerinin Rus ordusuyla ilişkilerine (bkz. Caucasian Battlefields, Allen, Muratoff, 1953) ve II. Meşrutiyetten 1937’ye kadar Dersim isyanlarında kaç askerimizin hayatını kaybettiğine de bakmamız gerekir ki, oradan çıkacak insanî bilanço en az 10 Dersim tenkiline bedeldir; ama bu yaraları kaşıyıp kanatmanın bugün Türkiye’de yaşayan hiç kimseye faydası yoktur. Yine bu tarihî gerçekleri dile getirirken bugün ülkemize bağlı, yasalarımıza saygılı olarak hayatına devam eden Tuncelili vatandaşlarımızı, hangi etnik kökenden veya dinden olurlarsa olsunlar, herhangi bir isnat veya ithamdan tenzih ettiğimi özellikle belirtmek isterim. Hüseyin Aygün’ün Tunceli’den CHP milletvekili adayı yapılmasına direnen ve bunun karşılığında Kılıçdaroğlu tarafından görevden alınan Tuncelili CHP üyelerini de saygıyla selâmlıyorum.

    Bu zorunlu sapmadan sonra yeniden AKP’nin hangi rotayı izleyerek iktidardan gideceği meselesine dönelim. Dediğim gibi, AKP’nin “büyük Kürt planının” Türkiye ayağı ilerledikçe AKP’yi iç politika alanında geriletecektir. Büyük planın diğer bir parçası olan Suriye ayağı ise AKP’yi dış politikada ofsayta düşürmüştür. AKP Suriye’de siyasî düzlemde Müslüman Kardeşleri, askerî düzlemde selefî-Vahabî lejyonerleri desteklemeye dayanan bir stratejiye ve Yeni-Osmanlı vizyonuna kilitlenip kalmıştır. Halbuki bunun ABD cephesindeki karşılığı olan Büyük Ortadoğu Projesi Obama’dan önceki neo-conlarca yönlendirilen Bush iktidarının eseridir ve o dünya görüşüne sıkı sıkıya bağlıdır. Obama bunu ABD’nin değişen stratejik önceliklerine bağlı olarak yavaş yavaş değiştirmiş ve bugün gelinen noktada bu proje artık tarihe intikal etmiştir. ABD’nin küresel düzlemde bir numaralı stratejik hedefi artık Ortadoğu enerji kaynaklarının denetimi ve Rusya gibi hasım güçlerin buradan uzak tutulması değildir. ABD artık bir numaralı küresel hasım olarak Rusya’yı değil, Çin’i görmektedir. Çin’in gücünün başlıca kaynağı olan hızlı ekonomik büyümesindeki kritik kısıt ise bu ülkenin kömür dışındaki karbon bazlı enerji kaynaklarından ve birçok sınaî hammaddeden yoksun olmasıdır. Çin bu ihtiyaçlarını güvenilir tedarik kaynaklarından karşılayabilmek için 2000’lerin başında ABD Ortadoğu’da kovboyculuk oynarken sessiz ve derinden giderek Afrika kıtasına nüfuz etmeye başlamış ve buradaki birçok enerji ve maden alanlarının işletilmesinde söz sahibi olmuştur. Yani bir anlamda ABD yalnızca Ortadoğu’nun bekçiliğini yaparak stratejik üstünlüğü elde tutacağını zannederken Çin arkadan dolaşarak ABD’yi atlatmıştır.

    Bu duruma geç uyanan ABD ancak 2011’de Libya operasyonuyla Çin’i Afrika’dan sürüp çıkararak enerjisiz ve hammaddesiz bırakmak için düğmeye basmıştır. 2011 Libya operasyonu Ortadoğu tiyatrosundaki olayların bir devamı değildir, bambaşka bir oyundur. Nitekim bu operasyon şöyle bir zincirleme reaksiyona yol açmıştır: Kaddafi’nin ordusunda paralı askerlik yapan çok sayıda Tuareg Kaddafi’nin 2011’de devrilmesinden sonra Sahra Çölünü geçerek yerli Tuareglerin güneydeki zenci hükümetle daimî çatışma içinde oldukları Mali’nin kuzeyine geldi. Bir süre sonra bunların yanında selefî İslâmcı militanlar belirdi, böylece Tuareg-zenci çatışması hükümete karşı radikal İslâmcı isyana dönüştü. Tabiî selefî militanların dünyanın her yerinde olduğu gibi orada da CIA patentli olduğunu söylemeye gerek yok. Selefî yobazların Kuzeybatı Afrika’nın önemli bir tarihî ve İslâmî merkezi olan Timbuktu’yu ele geçirip yüzlerce yıllık türbeleri tahrip etmeye başlamasıyla beliren “radikal İslâm tehlikesi” Mali’nin eski patronu Fransa’nın Mali’ye askerî müdahalesi için bahane oldu. Bunun ardından çatışmaların ve terör eylemlerinin Tuareg nüfusa sahip komşu ülkelerden Cezayir ve Nijer’e sıçradığını gördük. Bunun üzerine ABD “bölgedeki radikal İslâm tehdidine” karşı Nijer’de insansız hava aracı üssü kuracağını açıkladı. Bu bölgenin hemen güneyinde dünyanın en büyük petrol üreticilerinden Nijerya var. Yakında “radikal İslâm tehdidi” oraya da sıçrarsa şaşmamak lâzım. Bütün bunların ABD’nin Fransa’nın yardakçılığıyla eski Fransız Batı Afrikasının üstüne çökme planının tezahürleri olduğu açıktır. Temel amaç Çin’i buralardan kovmaktır. Nitekim Libya’da Kaddafi devrilince isyancıların ilk işi petrol üretiminde ve birtakım inşaat ve altyapı faaliyetlerinde çalışan çok sayıda Çinliyi sepetlemek oldu.

    Demek ki artık ABD Afrika’da devâsa bir yükün altına girmiştir, ayrıca Çin’i denizden kuşatmak için Pasifik bölgesinde de yeni askerî üsler kurmaya başlamıştır, dolayısıyla Ortadoğu’ya eskisi kadar angaje olması mümkün değildir. Zaten Irak’ta 10 yıl çırpındıktan sonra Irak’ın Arap kesimini İran nüfuzuna terk etmek zorunda kalması eskiden de Ortadoğu’yu istediği şekle sokacak güçte olmadığını göstermişti, şimdi artık buna niyeti de yok. Dolayısıyla ABD’nin Suriye’de AKP’nin pan-İslâmist veya Yeni-Osmanlıcı hayallerine destek vermesi mümkün olmadığı gibi, Obama yönetimi yeni stratejik öncelikleri çerçevesinde Suriye için Rusya’yla, hatta İran’la kafa kafaya gelmek de istemeyecektir.

    Bu, konunun stratejik tarafı. Taktik düzeyde ise Türkiye’yi açığa düşüren mesele Suriye'de Katar’la beraber selefî gruplara yakın durması. Evet, başta El Kaide olmak üzere bunları zamanında ABD kurdu, fakat bunlar kontrol edilmesi son derece güç oluşumlar oldukları gibi, siyasî bir role soyunduklarında da geleneksel İslâm'a bağlı Müslüman halkın tepkisiyle karşılaşıp dışlandıkları görüldü. Dolayısıyla, ABD’nin Ortadoğu’yu ikinci plana atmaya başladığı bir dönemde artık bu tehlikeli oyuncağa eskisi kadar destek vermesi beklenemez. Ne ilginçtir ki, bu yeni yönelimin ilk işareti de yine Libya’dan verildi. Tam da 11 Eylül 2012 tarihinde, yani 2001’de ikiz kulelere yapılan ve neo-conların İslâma savaş açmasına bahane olan sahte radikal İslâmcı saldırının yıldönümünde ABD’nin Libya Büyükelçisi Christopher Stevens Bingazi’de “radikal İslâmcılar” tarafından öldürüldü. Aslında Stevens radikal İslâmcıların dostuydu, Libya’da Kaddafi’nin devrilmesinde etkin rol oynadığı gibi öldürüldüğünde de Libya’da isyancılara verilen silahlardan bir bölümünü Suriye’deki isyancılara aktarmakla meşguldü. Fakat nedense ABD’nin yönetimi ele aldığı bir ülkede göz göre göre radikal İslâmcılar tarafından öldürülüverdi!

    Bu, Obama’nın artık Ortadoğu’da İsrail’in istediği kadar saldırgan bir politika yürütmeyeceğinin, dolayısıyla radikal unsurlarla arasına mesafe koyacağının çok açık ve sert bir ifadesiydi. Olayın 11 Eylüle denk getirilmesi de Amerikan devletinin artık neo-conların çılgın İslâm düşmanlığı politikasını izlemeyeceğinin nişanesiydi! Nitekim Stevens’in bertaraf edilmesiyle Amerikan devleti içindeki neo-con unsurlarına sopa gösterilmesinin ardından her üçü de İsrail yanlısı politika izleyen CIA Başkanı Petraeus, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ve Savunma Bakanı Panetta şu veya bu şekilde görevlerinden ayrıldı. Suriye’de rejim değişikliği için canını dişine takmış olan Clinton’ın yerine Suriye’yi ziyaret ederek Esat’la görüşmüş olan Kerry, Petraeus’un yerine ABD’nin Bush dönemindeki Ortadoğu politikalarını “İslâm dinine karşı savaş açmışız izlenimi veriyor” diye eleştiren Brennan ve Panetta’nın yerine de Amerikan Kongresinde “Ben İsrail’in değil Amerika’nın senatörüyüm” diyebilme cesaretini gösterebilmiş Hagel geldi.

    AKP hükümeti ABD’nin küresel strateji değişikliğini kavrayamadığı ve hâlâ Ortadoğu’yu ABD’nin birinci önceliği, oradaki İsrail-Müslümanlar çatışmasını da ABD’nin birinci dış politika meselesi sandığı için Obama’nın yeniden seçilmesini ve yukarıdaki kadro değişikliğini büyük bir sevinçle karşıladı ve artık Suriye’de önünün açılacağını sandı. Fakat heyhat, tam tersi oldu. Artık Suriye konusunda ABD Rusya ile gizli görüşmelere hız verirken, Türkiye, Suudî Arabistan ve Katar bu süreçten dışlandı. Batı denetimindeki Suriye muhalefeti de yeniden yapılandırıldı, İslâmcılar geri plana itilirken daha ılımlı ve bazısı Müslüman bile olmayan isimler öne çıkarıldı. Ürdün Kralı Hasan’ın geçenlerde Türkiye’ye gelince Anıtkabir’de saygı duruşunda bulunurken gözyaşlarına boğulmasını ve ülkesine dönünce Başbakan Erdoğan’ı “Mursi’nin ılımlı bir versiyonu” diye eleştirmesini de ABD’nin yeni durumu idrak etmemekte direnen Türk hükümetine bir mesajı olarak algılayabiliriz. Bu mesajların bundan sonra giderek artacağını da tahmin edebiliriz. Bu şartlar altında yapılması gereken “Şam’da Emeviye Camiinde El İhvan tayfasıyla beraber Cuma namazı kılarak halifecilik oynama” hayallerinden bir an önce vazgeçmek. Fakat AKP yönetiminde böyle bir politika değişikliğinin işaretlerini göremiyoruz. O bakımdan ben AKP’nin Suriye konusundaki inadının da dış cepheden altının oyulmasına yol açarak çöküşüne hizmet edeceği kanaatindeyim. Deniz Baykal’ın Fethullah Gülen cemaatinin Fas’taki okulunu ziyaret etmesini veya dört CHP milletvekilinin Hocaefendinin elini öpmek üzere Pennsylvania’ya gitmelerini de bu sürecin ilk belirtileri olarak görebiliriz.

    Kaynak

Konu Bilgileri

Bu Konuya Gözatan Kullanıcılar

Şu anda 1 kullanıcı bu konuyu görüntülüyor. (0 kayıtlı ve 1 misafir)

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  
YASAL UYARI
Ekonomi, Borsa ve Para piyasaları" bölümünde yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti Sermaye Piyasası Kurulu tarafından yayımlanan Seri:V, No:52 Sayılı "Yatırım Danışmanlığı Faaliyetine ve Bu Faaliyette Bulunacak Kurumlara İlişkin Esaslar Hakkında Tebliğ" çerçevesinde aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çevresinde sunulmaktadır. Burada ulaşılan sonuçlar tercih edilen hesaplama yöntemi ve/veya yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmakta olup, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabileceğinden sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi sağlıklı sonuçlar doğurmayabilir.Yatırımcıların verecekleri yatırım kararları ile bu sitede bulunan veriler, görüş ve bilgi arasında bir bağlantı kurulamayacağı gibi, söz konusu yorum/görüş/bilgilere dayanılarak alınacak kararların neticesinde oluşabilecek yanlışlık veya zararlardan www.keyborsa.com web sitesi ve/veya yöneticileri sorumlu tutulmaz.
Google Privacy Policy
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193