Toplam 4 adet sonuctan sayfa basi 1 ile 4 arasi kadar sonuc gösteriliyor

Konu: Seyfettin Gürsel

  1. #1
    Üyelik tarihi
    10.Mart.2007
    Yaş
    47
    Mesajlar
    9,262
    Teşekkür / Beğeni

    Standart Seyfettin Gürsel

    Enflasyon nereye gidiyor

    06.12.2007 | Seyfettin Gürsel | Yorum




    function f_showLinks (li) { try { f_display(li); } catch (e) { }}
    Kasımda enflasyonda artış bekleniyordu. Ama artış beklenenin üzerinde oldu. Tüketici fiyatları bir önceki aya göre yüzde 1,95 artarken (geçen ay 1,8...
    Kasımda enflasyonda artış bekleniyordu. Ama artış beklenenin üzerinde oldu. Tüketici fiyatları bir önceki aya göre yüzde 1,95 artarken (geçen ay 1,8’di), yıllık enflasyon yüzde 7,7’den yüzde 8,4’e çıktı. Bunlar hiç kuşkusuz yüksek artışlar. Ama belki de en tatsız gelişme, “çekirdek enflasyon” olarak adlandırılan H endeksinin (özetle kuraklık, petrol, altın ve zam etkisi hariç) yıllık artışının yüzde 6’dan yüzde 6,4’e yükselmesi. Talep koşullarının fiyat etkisini yalın olarak ifade eden bu enflasyon, uzun süredir ilk kez artıyor. Merkez Bankası’nın 12 ay sonra enflasyonu yüzde 5’in altına indirmeyi beklediğini düşünürsek, enflasyon artışı bir hayli moral bozucu görünüyor.
    Ancak Merkez Bankası moralini yüksek tutmaya devam ediyor; salı günü yayımladığı özet enflasyon değerlendirmesinde çekirdek enflasyondaki artışı büyük ölçüde geçmişte yaşanan yüksek gıda fiyat artışlarının yemek fiyatlarına gecikmeli yansıması olarak değerlendiriyor. Diğer ifadeyle talep değil, maliyet enflasyonu söz konusu. Talep koşullarını yansıtan dayanıklı tüketim malları, kira gibi mal ve hizmet fiyatları düşük düzeylerini koruyorlar. Bu değerlendirme Merkez Bankası’nı mantıksal olarak orta vadeli enflasyon tahminini değiştirmemeye götürüyor. Nedeni basit: Gıda fiyatları 2008’de düştüğünde bu kez maliyet etkisi aksi yönde çalışmaya başlayacak. TÜFE’yi yükselten zamlar da 2008’de tekrarlanmayacak; çünkü 2007’de seçimler nedeniyle gevşetilen mali politika sıkı tutulacak. Eğer salt bu değerlendirmeler ile yetinilirse Para Politikası Kurulu’nun (PPK) bu ay da faiz indirimi yapması gerekiyor. Bununla birlikte para politikasının dikkate alması gereken bir de beklenti yönü var. Ekim ayında bozulan enflasyon görünümü sınırlı da olsa beklentileri olumsuz etkiledi. 12 aylık enflasyon beklentisi yönünü yukarı çevirdi. 50 baz puanlık iddialı ekim indirimi eylül indirimi gibi proaktif olamadı; orta vadeli faiz oranları düşmedi. Enflasyon beklentisinin enflasyondaki yüksek artışlardan nasıl etkilendiğini hafta başında öğreneceğiz. Ama en azından dün orta vadeli bono bileşiklerinin 15 Kasım'a kıyasla ortalama yaklaşık 30 baz puan daha yukarıda olduklarını görüyoruz.
    Beklentilerdeki bu olumsuz gelişmelere rağmen yine de Merkez Bankası’nın bu ay da faiz indirimi yapmasını bekliyorum. Ne kadarlık bir indirim? Geçen ay 25 baz puan uygun olur diyordum, 50 baz puan yaptı. Ancak bu kez 50 baz puan gerçekten abartı olur diye düşünüyorum. 25 baz puanlık indirim de yeterince cesur olacaktır. Faiz indirimi Merkez Bankası’nın beklentileri doğru yönetmesi açısından gerekli. Orta vadede enflasyonun düşeceğini söylüyorsa tutarlı olmak için faiz indirimi yapması kaçınılmaz. Ancak buna piyasa aktörlerini de inandırması gerekiyor. Orta vadede enflasyonun yeniden düşüşe geçmesi birkaç kritik etkene bağlı. Birincisi gıda fiyatları. TUİK dün 2. bitkisel üretim tahminini yayımladı. Buna göre 2007’de üretim tahıllarda yüzde 14,4, sebzelerde yüzde 2,7, meyvelerde yüzde 3,9 düşmüş. 2008’de tarım üretiminin artma ihtimali yüksek. Dolayısıyla gıda fiyatlarında düşüş beklenebilir. İkinci kritik unsur mali disiplin. 2008 bütçesinin hedefleri zamsız gerçekleşmek zorunda. Ertelenen yapısal reformların artık yapılması gerekiyor. Bu konuda da iyimser olmak istiyorum. Üçüncü kritik nokta petrol ve hammadde fiyatları. Küresel büyümenin yavaşlaması bekleniyor. Beklenti gerçekleşirse 2008’de daha ucuz enerji kullanacağız demektir.
    Geriye tek risk kalıyor: Yeni bir şok. Eğer büyüme düşük kalır, enerji faturası hafifler, yapısal reformlar yapılır, bütçe de tutturulursa, büyüyen cari açığa rağmen kurda önemli bir artış meydana gelmez. En azından 2008’de.
    Son söz: Şimdilik moralleri bozmamız gerekmiyor. Gelişmeleri yakından izlemeye devam edelim.
    #content { ); }

  2. #2
    Üyelik tarihi
    10.Mart.2007
    Yaş
    47
    Mesajlar
    9,262
    Teşekkür / Beğeni

    Standart

    1930 bunalımında, Türkiye'de memur kazandı, işçi ve çiftçi kaybetti

    11.10.2008 | Seyfettin Gürsel | Yorumaddthis_pub = 'vodaco';


    function f_showLinks (li) { try { f_display(li); } catch (e) { }}
    Türkiye'de 1930'da kaybedenler çok büyük ölçüde köylüler ve tarıma bağlı taşralı tüccar kesimiydi. Kazanan kesim ise milli burjuvazi ve memurlardı. Ortalama bir memur, vasıflı bir işçinin iki katından fazla ücrete sahipti.


    Şu sıralar en popüler konulardan biri de 1930-33 döneminde büyük ekonomik krizin etkilerinden nasıl korunabildiği. Gerçekten korunabildi mi? Kimler kazandı, kimler kaybetti? Bu soruların yanıtlarını aşağıda bulacaksınız. Resmi tarih "başarıyı" Atatürk'ün üstün yönetim yeteneğine atfeder. 1930'lu yıllar yönetici seçkinler için bir çeşit altın çağdır. Bu bakımdan bilimsel analizden çok, yüceltici efsaneler revaçtadır. Oysa tarihsel gerçekler çok farklıdır.
    Önce 1930 bunalımını anlamaya çalışalım. 1930'dan 1933 sonuna kadar gelişmiş ekonomilerde küçülme hangi iktisadi mekanizmaların sonucu olarak gerçekleşti? Türkiye'de de aynı mekanizmalar gündemde miydi? Nasıl oluyor da deflasyona rağmen Türkiye ekonomisi küçülmedi, aksine büyüdü?

    Deflasyon kâbusunun kaynağı
    Krizin kaynaklandığı Amerikan ekonomisinde, daha sonra da Avrupa'da ekonomik daralmayı esas olarak iki etken yarattı. Biri "reel faiz etkisi", diğeri de "reel borç etkisi". Büyük bunalımın temel özelliği deflasyondu. Tüm dünyada fiyatlar dört yıl boyunca düştü. 26 sanayileşmiş ve sanayileşmekte olan ülkeyi kapsayan derneşik toptan fiyat endeksi, 1929 yılı 100 alınırsa 1934'te 70'e gerilemişti (Ben Bernanke, "The Macroeconomics of The Great Depression: A Comparative Approach", Journal of Money, Credit and Banking, Feb. 1995). Bu muazzam deflasyonun büyük bölümü bunalımın ilk iki yılında gerçekleşti.
    Nominal faiz yüzde 10, enflasyon da yüzde 5 ise reel faiz yüzde 5'tir. Ama deflasyonda iş değişir. Nominal faize bu kez deflasyon oranını eklemek gerekir. 1930 yılında ve 1931 yıllarında söz konusu 26 ülkede deflasyon oranı sırasıyla yüzde 11 ve yüzde 12 oldu (Bernanke, 1995). Nominal faizler ise aynı yıllarda yüzde 5'in üzerindeydi. Sonuçta ekonomiler üzerine muazzam bir reel faiz baskısı bindi.
    Deflasyonun ikinci etkisi "reel borç etkisi"dir. Fiyat düzeyi düştüğünde nominal borç düzeyi düşmez; hiçbir sözleşmede deflasyon olursa borcu indirmekten söz edilmez. Dolayısıyla fiyat düzeyi düştüğünde reel borç yükü artar çünkü nominal gelirler düşer. Bildiğiniz gibi firmalar borçludur. Bu durumda borç yükleri arttığına göre ilk başta büyük ölçüde yatırımlarını kısıtlarlar. Bilançosu bozulan firmaların bir bölümü de iflas eder. Bu da ekonomide daraltıcı bir etki yaratır. Sanayileşmiş ülkelerde, özellikle ABD'de hanehalkları da borçluydu. ABD'de bu yıllar dayanıklı tüketim mallarının kitlesel tüketime konu olduğu bir dönemdi. Bugün olduğu gibi o gün de tüketici kredisiyle alınan mallardı bunlar. Dolayısıyla hanehalklarının da reel borç yükü deflasyonla birlikte artmaya başladı, onlar da çareyi tüketimlerini kısmakta buldular.

    Para buharlaştı
    Deflasyon finans kesimine da ağır darbe vurdu. Geri dönmeyen kredi oranı hızla arttı. En sorunlu bankaların aktifleri ciddi biçimde zayıfladı ve banka iflasları yaygınlaştı. Ama sorun salt geri dönmeyen kredilerden ibaret değildi; ekonomide daralma ortaya çıktığında bankaların aktiflerindeki finansal varlıkların değerleri de hızla azalmaya başladı, bilançolar daha da bozuldu, iflaslar arttı.
    Deflasyonun Pigou etkisi diye bilinen bir yönü vardır; fiyatlar düşüyorsa, tedavüldeki para miktarının gerçek değerinin artması gerekir. Fiyatlar bir yıl içinde yüzde 10 düşerse cebimizdeki 100 liranın satın alma gücü de yüzde 10 artar. Tabii bu arada cebinizdeki para azalmadıysa. Satın alma gücü arttığına göre talebi destekleyen bir etkiden söz ediyoruz. Oysa bu etki ortaya çıkamadı çünkü iflas eden bankalardaki mevduat buharlaştı. ABD'de ve Almanya'da banka iflasları o kadar şiddetli yaşandı ki, reel para arzında gerilemeler oldu. Krizden çıkış son derece zorlaştı. Ekonominin kendi kendine krizden çıkması mümkün olamadı.

    Türkiye deflasyonu ithal etti
    Türkiye ekonomisinde 1930-33 döneminde deflasyon yaşandı ama buna karşılık büyüme de yaşandı. Deflasyona rağmen büyümeyi açıklamak için depresyonu yaratan etkilerin var olup olmadığını, var idiyse neden sanayileşmiş ekonomilerdeki gibi etkili olmadıklarını incelemek gerekiyor. Türkiye açısından diğer ilginç bir konu da deflasyonun gelir dağılımını nasıl etkilediği ve bu etkilemenin siyasal sonuçlarıdır.
    Türkiye'de yaşanan deflasyon ülke ekonomisinin iç dinamiklerinden kaynaklanan bir deflasyon değildi. Tamamen küresel deflasyonun Türkiye ekonomisine ithal edilmesinin sonucuydu. Çok şiddetli bir deflasyon gerçekleşti.
    Dört yılda fiyat genel seviyesi yarı yarıya düştü. Tarımda deflasyon çok daha şiddetli yaşandı; en büyük darbeyi tahıl fiyatları yedi. Fiyatlar yüzde 60 düştü; sanayi ürünlerinde deflasyon yüzde 50'yi buldu. (Tuncer Bulutay, Nuri Yıldırım, Yahya S. Tezel, "Türkiye Milli Geliri 1923-1948", 1974). Sanayi mallarının fiyatı tarım ürünlerine kıyasla daha az düştüğü için nispi olarak sanayi mallarının fiyatları daha yüksek kaldı. 1929 yılında 1 kg şeker alabilmek için 3.2 kg buğday gerekiyordu. 1931 yılında bu rakam 7,76'ya çıkmıştı. Yine 1929'da 1 metre pazen almak için 2.5 kg buğday gerekiyorken 1931'de aşağı yukarı 7 kg gerekliydi. Bunlar çok ciddi nispi fiyat farklarıdır ve çiftçinin satın alma gücünün ne kadar düştüğünü gösterir.

    Ekonomi büyüdü ama tarım perişan oldu
    Bu dönemde gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) 1932 dışında hep pozitif oldu yani ekonomi büyüdü. 1932 yılında GSYH'nin yarısını oluşturan tarımsal üretim o yıl yaşanan büyük kuraklık nedeniyle yüzde 30 kadar düştü ve GSYH'nin yüzde 10 küçülmesine neden oldu. Daralmanın krizle ilgisi yoktu.
    Deflasyon tarım üretimini hiçbir şekilde etkilemedi. Bu yıllarda (1932 hariç) tarım üretimi düşmedi. Ürünlerin fiyatları düşüyor ama tarım üretimi düşmüyordu. Çünkü tarım üretimi kâr amacı güden kapitalist tarz üretim değildi. Küçük ve orta üreticilik egemendi. Küçük çiftçi büyük ölçüde geçimlik üretim yapıyordu, pazar ilişkileri zayıftı. Buna karşılık pazar için az ya da çok üretim yapan orta ve zengin çiftçiler düşen fiyatlar ölçüsünde büyük gelir kayıplarına uğradılar. Tarım perişan oldu. 1932 yılında Atatürk'ün yurtiçi gezileri bu koşullarda gerçekleşmiştir.
    Açıklanması gereken paradoks sanayideki büyümeyle ilgilidir. Sanayi dört yıl boyunca büyüdü. En düşük tahminler bile bu dönemde sanayinin yılık ortalama büyüme hızını yüzde 7 olarak veriyor (Beril Zendisayek, "Large and Small Enterprises in Turkish Industrialisation During The Great Depression", MA Thesis Boğaziçi Üniversitesi, 1997). Sanılanın aksine sanayinin bu performansında devletçiliğin rolü olmadı. Bu bir zamanlama meselesidir. Türkiye'de KİT'lerin Sovyet destekli 1. sanayi planı ile kurulmaya başlanması 1934'te başlar. 1930-33 döneminde büyüme çok büyük ölçüde özel sektörce gerçekleştirilmiştir.

    Şiddetli korumacılık
    Deflasyonu tüm şiddetiyle yaşayan Türkiye ekonomisinde reel faizlerin aşırı yükseldiğini görüyoruz. Osmanlı Bankası arşivlerindeki kredi sözleşmeleri nominal faiz oranının bu dönemde yüzde 8-9 düzeyinde olduğunu gösteriyor. Merkez Bankası'nın faiz oranı yüzde 8; Ziraat Bankası ise yüzde 12'lerden başlıyor. Tarım fiyatları düştüğü için çiftçinin perişan durumda olduğu, anaparayı ödeyecek durumda olmadığı bu dönemde banka yüzde 12 faiz istiyor. Basit bir hesap 1930 yılında reel faiz düzeyinin deflasyonla birlikte yüzde 30'u bulduğunu gösteriyor. Beklendiği gibi, 1930 öncesindeki döneme göre yatırımlar düşüyor ancak hâlâ ciddi miktarda yatırım yapılıyor. Bu durum ancak yatırımlardan beklenen kârlılığın çok yüksek olması ile açıklanabilir.
    Yerli sanayi nasıl bu kadar yüksek kârlılığa sahip olabildi? Açıklama çok basittir. 1929 yılında Lozan'da zoraki kabul edilen serbest dış ticaret rejimine tanınan beş yıllık süre doluyordu. Dünyada bunalım henüz başlamamışken haziran ayında Hükümet Âli İktisat Meclisi'ni topladı ve korumacılığa geçiş kararını aldı. İttihat ve Terakki'den beri cumhuriyetçi kadrolar kalkınmanın ancak yüksek koruma duvarları ardında gerçekleşebileceğine inanıyorlardı. 1929 Ekimi'nden itibaren çok şiddeti bir korumacılık devreye girdi. İthalat vergileri iki kat arttı. Aynı zamanda kotalar, kısıtlamalar başladı. Bu da yeterli olmadı, bazı malların ithalatı tümüyle yasaklandı. Sonuçta yüksek korumacılık yerli sanayinin fiyatlarını aşırı yükseltti (nispi olarak). İç piyasaya üretim yapmak çok kârlı hale geldi. Bu dönemde hesaplamama göre tüketim malı ithalatı yüzde 75 daraldı (Seyfettin Gürsel, "Growth Despite Deflation: Turkish Economy During the Great Depression", WP, 2005). Deflasyona rağmen büyüme bu şiddetli korumacılığın yarattığı yüksek kârlılıkla mümkün oldu.
    Şiddetli korumacılığın bir diğer yönü de kalitesi düşük yerli malların kaliteli ithal malları ikame etmesidir. "Yerli malı, yurdun malı, herkes onu kullanmalı" sloganı altında düzenlenen resmi kampanyalar bir rastlantı değildir. Bu olgu da sonuç olarak toplumsal refahtan bir miktar kayba tekabül eder. Tabii "buna değerdi" de denebilir.

    Kaybedenler ve kazananlar
    Çiftçi muazzam bir borç yükü altında ezildi. Bu da köylünün talebini kısıcı bir etki yaptı ama köylünün talebi zaten toplam talebin içinde çok büyük bir paya sahip değildi. Her ne kadar nüfusun yüzde 80'i çiftçi de olsa bunun bir bölümü geçimlik ekonomi içinde üretim yapmaktaydı.
    Tarım kesiminde sanayi mallarına yönelik talepte bölgelere göre az ya da çok bir daralma ortaya çıktığına ama ekonomi büyümeye devam ettiğine göre bir başka kesimin talebini fazlasıyla artırmış olması gerekir. Bu kesim kentli sınıflardı.
    1930'lu yıllarda geri dönmeyen kredi sorunu tarımda ve ticarette yaşandı. 1920'ler çok sayıda yerel bankanın kurulduğu yıllardır. Ticaretin nispeten yoğun olduğu kasabalarda, genellikle tek şubeli yerel bankalar kuruldu. Tarım ürünleri ticaretinde büyük şok yaşanınca bu bankaların önemli bir bölümü 1930'lu yıllarda battı. Ama banka iflaslarının para arzını ciddi biçimde kısıcı bir etkisi olmadı, çünkü çok küçük bankalardı bunlar.
    Dolaşımdaki para 1929'da 165 milyon TL'den 1933'e gelindiğinde 153 milyon TL'ye düşmüştü. Bu paraya vadeli ve vadesiz mevduatı da eklediğinizde para arzı 1929'da 379 milyon TL'den 1933'te sınırlı bir düşüşle 343 milyon TL oldu. Fiyat genel seviyesi yarı yarıya düştüğüne göre, reel para arzı bu dönemde neredeyse iki kat arttı. Cebinde nakdi olan, bankada mevduatı olanlar, 1933'lü yıllarda nakit servetlerinde muazzam reel artışlar gördüler. Türkiye ekonomisinde ABD'nin aksine çok güçlü bir Pigou etkisi söz konusudur. Bu etkiden en çok yararlananlar da kârları yükselen sanayi burjuvazisi ile her ay aynı nakit maaşları alan ve deflasyonla birlikte satın alma gücü hızla artan memurlardır.
    Sonuçta kaybedenler çok büyük ölçüde köylüler ve tarıma bağlı taşralı tüccar kesimiydi. Kazanan kesim ise milli burjuvazi ve memurlardı. Ortalama bir memur, vasıflı bir işçinin iki katından fazla ücrete sahipti. Bu arada bir fabrikatörün veya bir bürokratın yıllık kazancı çok daha fazlaydı. Memurlar açısından 1930-33 dönemi bir altın çağdır. Yönetici sınıfın tek artı dönemini efsaneleştirmesinin ardındaki nesnel olgu budur. Buna karşılık köylüler için 1930'lu yıllar sefalet yıllarıdır. Onlar da bunun acısını 1950 seçimlerinde çıkarmışlardır.

  3. #3
    Üyelik tarihi
    22.Nisan.2009
    Nereden
    istanbul
    Mesajlar
    166
    Teşekkür / Beğeni

    Standart Reel faiz yüzde 5'te kalırsa büyüme için tarihi fırsat olur

    16.05.2009 | Seyfettin Gürsel | Yorum




    Yüzde 5 reel faiz Türkiye ekonomisinin yakın tarihi açısından olağanüstü düşük bir oran. Eğer reel faiz düzeyi bu civarda kalıcı olabilirse diğer ifadeyle yüzde 5 civarında bir reel faiz makro temelleri sarsmayan denge faiz oranı olarak temayüz ederse, ekonomik büyüme açısından tarihi bir fırsat yakalanmış demektir.

    Nisanda krizin dibi gözüktü gibi ama kriz ertesinde büyümeyi nasıl başaracağımız belli değil. Yeni bir büyüme modeline ihtiyaç var. Reel faizi son birkaç ay içinde büyük ölçüde geriledi. Bu yeni bir başlangıç için iyi bir fırsat olabilir. Reel faizden piyasada gösterge tahvilin beklenen reel faizini kastediyorum. Beklenen reel faiz bilindiği gibi nominal faiz oranını beklenen enflasyon oranı ile deflate ederek hesaplanıyor. Piyasa faizi kredi faizlerini er ya da geç belirlediğinden yatırım ve harcama davranışlarını etkileyen önemli bir değişken olarak kabul ediliyor. Grafikte de görüldüğü gibi gösterge tahvilde beklenen reel faiz şu sıralarda yüzde 5'e kadar gerilemiş durumda.

    Reel faizin muhteşem düşüşü
    Yüzde 5 Türkiye ekonomisinin yakın tarihi açısından olağanüstü düşük bir oran. Enflasyon beklentisi anketlerinin yapılmaya başlandığı 2001 yılından bugüne gerçekleşen en düşük oran. Eğer reel faiz düzeyi bu civarda kalıcı olabilirse, diğer ifadeyle yüzde 5 civarında bir reel faiz makro temelleri sarsmayan denge faiz oranı olarak temayüz ederse, ekonomik büyüme açısından tarihi bir fırsat yakalanmış demektir. Geçmişte reel faiz oranlarının yüzde 20'leri aştığı dönemleri yaşadık. Bir kez daha vurgulayayım: Gerçekleşen değil beklenen reel faizden söz ediyoruz. Enflasyonun beklenmedik sıçramalar yaptığı dönemlerde, örneğin 2001'de, gerçekleşen reel faizlerin negatif oldukları da görüldü. Ama ardından iktisat politikalarının inandırıcılıklarını tüketmesiyle nominal faizlerin aşırı yükselerek gerçekleşen reel faizi çılgın düzeylere taşıdığına şahit olduk.
    Reel faiz 2002'den sonra adım adım istikrara kavuştu. 2006'da yüzde 8'e kadar geriledi. Haziran 2006 faiz şokunun ardından beklenen reel faiz tekrar yüzde 12'lere kadar yükseldi. Son dönemlerde genelde yüzde 10 civarında seyretti. Grafikte de görüldüğü gibi son birkaç ay içinde önce yüzde 8'e, ardından yüzde 5'e düştü. Bu, üzerinde önemle durulması gereken bir gelişme. Bundan böyle devlet bu oran civarında borçlanabilirse faizin reel yükü düşecek, büyümeyi destekleyen kamu harcamalarına daha fazla kaynak ayırmak mümkün olacak demektir. Düşük reel faiz, kısa dönemde artmakta olan bütçe açığının finansmanı açısından da büyük şanstır. Öte yandan düşük reel faiz özel sektörün yatırım iştahını da kabartacaktır. Kısacası düşük reel faiz Türkiye ekonomisini krizden sonra yüksek büyüme patikasına oturtmak için iyi bir fırsattır.

    Krizin yarattığı fırsat
    Sorun, reel faizin yüzde 5 civarında korunup korunamayacağıdır. Reel faizde hızlı düşüşü krize borçluyuz. Kriz talebi öldürdü, üstüne de enerji gibi temel fiyatlarda deflasyon yarattı. Ve enflasyon paldır küldür düşmeye başladı. Enflasyon baskısından kurtulan TCMB de politika faizini hızla indirdi. Ancak önemli olan piyasa faizinin TCMB'yi izlemiş olmasıdır. Piyasalar zaman zaman tereddüte kapılsalar da -piyasa faizinin TCMB'nin faiz indirimlerini izlemediği bu yılın ilk üç ayında olduğu gibi- (Bkz grafik)*, sonuç olarak ekonominin geleceğine güven seçimlerden sonra arttı ve beklenen reel faiz yüzde 5'e kadar geriledi.
    Bu faiz düzeyinden geçen hafta Hazine çok rahat borçlandı ve paranın büyük bölümü dışardan geldi. Düşük faize rağmen kur da geriliyor. Neler oluyor? Gerçi Türkiye'nin risk primleri de düşüyor. Ama yine de geçmişe kıyasla uluslararası faiz ile yerli faiz arasındaki makas daralmış durumda. Geçmişte Türkiye Hazinesi uluslararası standartlara ve benzer ülkelere kıyasla yüksek reel faizler ödedi (Prakash Kanan, "Perspectives on High Real Interest Rates in Turkey", IMF WP/08/251). Nedenleri ayrı bir tartışma konusu, ancak bu yüksek faizlerde iktisat politikalarına, özelikle maliye politikasına olan güvenin rol oynadığı biliniyor. Öyleyse şimdi iktisat politikalarına daha çok mu güveniliyor? Yoksa gelecek birkaç ay içinde faizlerdeki ve kurdaki düşüş beklentisi mi geçici olarak bu etkiyi yaratıyor? Reel faiz düşüşünde küresel bunalımın etkisi ne ölçüde rol oynadı? Unutmayalım ABD faizlerinin düşmesi de bizim faizi aşağıya çekiyor. Bu sorulara kesin yanıtlarım yok. Bununla birlikte, düşük reel faizin hangi risklerle karşı karşıya olduğunu, dolayısıyla kalıcı olması için yapılması gerekenler konusundaki düşüncelerimi sizlerle paylaşabilirim.
    Reel faizin düşük düzeyde kalmasının önünde başlıca iki engel, iki risk görüyorum: 1) Reel faiz düzeyi ülke riskine ve rakip ülkelere kıyasla düşük kalabilir ve yabancı tahvile girmez. 2) Orta vadede enflasyon artar ve faizler yeniden yükselir.

    Yabancı, tahvile girer mi
    TCMB'nin yapması beklenen 50-75 baz puanlık ek faiz indirimlerinden sonra (14 Mayıs Perşembe yapılan dahil) kısa vadeli kazanç beklentisi son bulacağından, mevcut reel faiz düzeyi uluslararası yatırımcılar açısından yeterince cazip bulunmayabilir. Yatırımcı açısından ülke riski bu hesapta kritik bir rol oynayacaktır. Unutmayalım ki bu yıl bütçe 60 milyar civarında, geçen yıla kıyasla çok yüksek bir bütçe açığı gerçekleşecek. 2010'da bu kadar yüksek olmasa bile yine yüksek bir açık kaçınılmaz. Yabancı açısından rakip yatırım seçenekleri arasında Türkiye'yi ne daha cazip kılacaktır? Bunun yolu geri ödeme ve kur risklerini çok düşük tutmaktır. Riskleri düşük tutmanın yegâne yolu da IMF ve AB çıpalarını sağlam tutmaktan geçer.

    IMF ile anlaşmaya varılacağını umuyorum. Sorunlar var ama IMF yönetimi de Türkiye'yi kaderine terk etmek istemiyor. Orta vadede maliye politikasının sıkılığı konusunda bir uzlaşmaya varılmak zorunda. Aksi takdirde risk primleri artacaktır. Ama IMF çıpası yetmez. Düşük TL faizinin cazip olabilmesi için (ABD faizlerinde anormal artışlar olmadığı varsayımı altında), Türkiye'nin AB'ye er ya da geç üye olacağı beklentisinin devam etmesi gerekiyor. AKP iktidarını en çok zorlayacak çıpa da AB çıpası olacaktır. Bu çıpa Türkiye demokrasisinin Avrupa standartlarına çıkarılmasını sağlayacak siyasal reformları gerektiriyor. Hükümetin niyeti var gibi. Ama onu demokratik reformlarda destekleyecek bir sosyal demokrat parti ortada yok. Kimi ince ayar çekme çabaları mevcutsa da askeri vesayet rejimi devam ediyor. Yeni büyüme modelinin önündeki en kritik eşik AB reformlarıdır.

    Talep patlar mı
    Henüz banka kredi faizleri piyasa faizi düzeyine uyarlanamadılar ve çok yüksek kaldılar. Bununla birlikte krizden çıkış batak riskini hızla azaltacağından rekabet, bankaları kredi faizlerini düşürmeye zorlayacaktır. Firmalara ve tüketicilere yönelik kredilerin reel faizleri de piyasa reel faizine uyum sağlayıp tarihsel olarak çok düşük düzeylere (örneğin yüzde 7-8 gibi) indiklerinde, yatırım malları, dayanıklı tüketim malları ile konut talebinde büyük bir patlama yaşanmaz mı? Özellikle hanehalklarının uluslararası standartlara kıyasla çok düşük borç oranlarına sahip oldukları düşünüldüğünde bu pekâlâ mümkündür.
    Böyle bir talep patlaması gerçekleştiği takdirde enflasyon da hiç kuşkusuz güçlü biçimde uyarılacaktır. Talep patlaması yakın geçmişte fiyatlara yansıtılamayan kur artışlarını da fiyatlara yansıtmak için iyi bir fırsat olacaktır. Ayrıca küresel krizden çıkışla birlikte enerji fiyatları tırmanışa geçecektir. Bu durumda TCMB reel faiz düzeyini hissedilir ölçüde yükseltecek şiddette faiz artışı yapmak zorunda kalmaz mı? Kalabilir. Bu, enflasyonist baskıların yoğunluğuna bağlı olacaktır. TCMB'nin enflasyon hedefleri açısından bir hayli rahat olduğunu unutmayalım. Ama yine de ikili baskı altında enflasyon yükselişe geçebilir ve TCMB'nin sert faiz tepkisi zorunluluk olur.



    Yeni modelin temelleri
    Geçmişe dönüşten kurtulabilmek için vergi gelirini ve hanehalklarının tasarruflarını artıracak reformlar devreye girmek zorunda. Vergi tabanı genişlemek, kaçaklar asgariye indirilmek zorunda. İç talebi dizginleyerek ölçülü bir artışla sınırlamanın bir yolu da adam gibi vergi toplamaktan geçiyor. Kaldı ki genişleyen bütçe açıklarını orta vadede dizginlemenin de başka çaresi yok. Bu başarılamazsa kamu borçlanma baskısı zaten faizleri yükseltecektir.
    Ancak mali sıkılaştırma yeterli olmayacaktır. Mutlaka hanehalklarının tasarruflarını artırmaları gerekiyor. Diğer ifade ile hanehalklarını düşük reel faizin caydırıcılığına aldırmadan mala hücum etmekten alıkoymak gerekiyor. Bu nasıl olacak? Zor iş. Böylesi köklü davranış değişikliği ancak köklü kurumsal düzenlemelerle mümkün olur. Özel emeklilik fonları cebri teşvik edilebilir. Örneğin kıdem tazminatı kaldırılabilir. Bu radikal önlem aynı zamanda işgücü maliyetini düşüreceğinden üretilen ama içeride tüketilmeyen fazlanın ihracını da destekleyecektir. Sağlık harcamalarına bireysel katkı artırılabilir. Son tahlilde iç tasarruf artışı eşzamanlı olarak ihracat artışı ile desteklenmezse zaten büyüme düşük kalır. Bu bakımdan rekabet gücünü artıracak her önlem kararlılıkla uygulanmalıdır.
    Bunlar zor işlerdir. Ancak ağızlarda yavaş yavaş sakız olmaya başlayan yeni büyüme modeli içi boş bir retorik olmayacaksa, bütünlüğü ve tutarlılığı olan kapsamlı bir kurumsal reform paketi IMF ve AB çıpalarına destek olarak devreye girmelidir. Bunları AKP hükümeti başarabilir mi? Bilmiyorum.


    *- Reel faiz hesabında gösterge faizin yıllık bileşik faizi dikkate alındığından, uyum için TCMB borçlanma ve borç verme faizleri de yılık bileşik faizler olarak grafiğe konulmuştur.
    [COLOR=DarkSlateGray][SIZE=2]Düşmanlarınızı kötülemeyin,
    onlar sizin eserinizdir[/SIZE].[/COLOR]

    [SIZE=1][COLOR=DimGray]William Hazlitt[/COLOR][/SIZE]

  4. #4
    Üyelik tarihi
    22.Nisan.2009
    Nereden
    istanbul
    Mesajlar
    166
    Teşekkür / Beğeni

    Standart

    Oyalamayı bırakın

    26.05.2009 | Seyfettin Gürsel

    Erdal Sağlam'ın dün Referans'a manşet olan haberine göre Başbakan Erdoğan, hafta sonu büyük patronlarla İstanbul'da bir sohbet toplantısı yapmış. Toplantıda ağırlıklı konu "ne olacak bu IMF anlaşması?" olmuş. Büyük patronlar "IMF ile anlaşın" diye mutat taleplerini dile getirmişler. Başbakan ise "Eylülde belki olabilir" demiş ve eklemiş: "IMF'ye karşı sizin için mücadele veriyoruz. Çapraz inceleme, nereden buldun gibi konularda sizin çıkarlarınızı savunuyoruz".
    Doğrusu çok şaşırdım. Erdal Sağlam'ın istihbaratı kuvvetlidir. Herhalde söylenenler doğrudur. Neresinden tutacağımı bilemiyorum. Düne kadar zannediyorduk ki, IMF ile vergi denetimi konusunda ortak noktaya gelindi ama bu kez orta vadeli mali sıkılaştırmanın dozu üzerinde anlaşmazlık baş gösterdi. Başbakan vergi denetiminin halen önemli bir anlaşmazlık konusu olduğunu söylüyor. İnanalım mı?
    Doğrusu ben ikna olmadım. Başbakan'ın ifadesi bana daha çok büyük patronların IMF konusunda yürüttükleri tam saha presten kurtulma taktiği olarak geldi. Anlaşmazlık gerçekten bu ise bu kez başka bir garabet temayüz ediyor. Başbakan, işadamlarına vergi toplamada gaddar IMF'ye karşı daha toleranslı bir düzeni savunmaya çalıştıklarını nasıl söyler? Ben mi yanlış anladım?
    Her neyse. IMF muhabbetinden artık sıkıldım. Başbakan IMF ile anlaşmayı istemiyor. Bu, benim için çok açık. Tabii light bir anlaşma istiyor olabilir, bunu kim istemez ki? Ama bu ne yazık ki light anlaşma IMF'deki değişime rağmen mümkün değil. Bu arada IMF ile anlaşılmayacağı da kabul edilmiyor. Piyasalar oyalanıyor. Hesap, krizden çıkış başlayana kadar IMF ile anlaşma olacakmış havasını basıp durumu idare etmek. Eylüle kadar piyasalar oyalanabilirse eylülde ABD ekonomisinde krizden çıkış başlamış olabilir. Çıkışın sermaye akımlarını canlandıracağı ve bu sayede gerek bütçe açığının gerek cari açığın dış tasarrufla finanse edileceği hesaplanıyor olmalı. Aksi takdirde faizler ve kur yükselecek, iç talep baskı altında kalacak.
    Bu taktik kısa vadede hükümet açısından optimal olabilir. Ama orta vadede sorunludur. Hükümet IMF ile anlaşma olmadığı takdirde piyasaların göstereceği tepkiyi kontrol altına almaya çalışacak. Krizden çıkış başlamışsa beklentilerde bozulmaları çok sınırlı tutabileceğine inanıyor olmalı. Bunu başarması için krizden çıkışın başlaması yetmez. Türkiye'nin mutlaka inandırıcılığı yüksek orta vadeli bir mali program ortaya koyması gerekiyor. Bu programda 2009-2012 bütçe açıkları, dolayısıyla gelir ve harcama miktarları, gerçekçi büyüme tahminlerine dayanılarak belirtilmek zorunda. Böylece kamu borcu/milli gelir oranının seyri ile faiz dışı fazlanın boyutu ortaya çıkacaktır. Programda, borç oranının 2009'da yükselmesinden sonra 2010'da kontrol altına alınacağını, 2011'den itibaren de düşmeye başlayacağının gösterilmesi gerekiyor. Aksi takdirde beklentilerde, dolayısıyla reel faizlerde ve kurda olumsuz gelişmeler kaçınılmaz olur.
    Böyle bir mali programın inandırıcı olması için hükümetin vergi tabanını nasıl genişleteceğini, harcamaları nasıl kontrol altına alacağını ayrıntılı olarak açıklaması gerekir. IMF'siz senaryoda ipin ucunun kaçırılmayacağına dair piyasalara güven verebilmek için inandırıcı bir orta vadeli mali program da yetmez. Türkiye'yi siyasal istikrarsızlığa sürükleme çabaları içerde devam ediyor. AB üyelik perspektifinin yitirilmemesi şart. Bunun için zor siyasal reformlara cesaret etmek gerekiyor.
    Başbakan bunları biliyor mu? Güçlüklerin farkında mı? Farkındaysa ve kararlıysa IMF konusunu kapatalım. Hükümet bir an önce orta vadeli mali program ile ekonomik ve siyasal reform takvimini ilan etsin. Başbakan muhalefet ile verimsiz tartışmaları bırakıp doğrudan halka hitap etsin. Ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını açık açık anlatsın ve destek istesin. Ayaklarımızın üzerinde durmayı ne kadar tez öğrenirsek o kadar iyi olur.
    [COLOR=DarkSlateGray][SIZE=2]Düşmanlarınızı kötülemeyin,
    onlar sizin eserinizdir[/SIZE].[/COLOR]

    [SIZE=1][COLOR=DimGray]William Hazlitt[/COLOR][/SIZE]

Konu Bilgileri

Bu Konuya Gözatan Kullanıcılar

Şu anda 1 kullanıcı bu konuyu görüntülüyor. (0 kayıtlı ve 1 misafir)

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  
YASAL UYARI
Ekonomi, Borsa ve Para piyasaları" bölümünde yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti Sermaye Piyasası Kurulu tarafından yayımlanan Seri:V, No:52 Sayılı "Yatırım Danışmanlığı Faaliyetine ve Bu Faaliyette Bulunacak Kurumlara İlişkin Esaslar Hakkında Tebliğ" çerçevesinde aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çevresinde sunulmaktadır. Burada ulaşılan sonuçlar tercih edilen hesaplama yöntemi ve/veya yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmakta olup, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabileceğinden sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi sağlıklı sonuçlar doğurmayabilir.Yatırımcıların verecekleri yatırım kararları ile bu sitede bulunan veriler, görüş ve bilgi arasında bir bağlantı kurulamayacağı gibi, söz konusu yorum/görüş/bilgilere dayanılarak alınacak kararların neticesinde oluşabilecek yanlışlık veya zararlardan www.keyborsa.com web sitesi ve/veya yöneticileri sorumlu tutulmaz.
Google Privacy Policy
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193