Kül Aþklar*
Karanlýk odalardan çýkmýþtým; uykulardan, þubatlardan... Sokaklara panzerler, ýssýzlýklara devriyeler tükürüyordu.
Her günbatýmý yüreðimi dar odalara kapatmanýn acemisiydim. Dýþarýda yalnýzlýk vardý, dýþarýda kötülük. Dýþarýda olmanýn sevinci, geride kalanlarý içeride býrakýp çýkmanýn utancýný aþamýyordu...
O utançla sayfalarý ve sözcükleri kanatýrcasýna yazýyordum. Kançanaðý gözlerle uykusuz sabahlara kalýrken, yorgun, yaslý baþýmý çalýþma masamýn üzerine gözlerim kapalý düþürünceye kadar. Bir de yazmasam… Yazmasam bir çýlgýnlýk yapardým...
Yaþamak için çalýþmak zorundaydým. Ayný günlerde bir iþ bulup çalýþmaya baþladým. Eczanelerin laboratuvarlarýnda o yýllar üretilen majistral (el yapmasý) ilaçlar için kimyasal maddeler satýyor, bir haber ajansý adýna da muhabirlik yapýyordum. Seyahat ettiðim Güneydoðu'nun il ve ilçelerinde nicedir uzak olduðum insanlarýn trajedisine dudaklarýmý kanata kanata tanýklýk ediyordum.
Ben öyle yalnýz, savruk bir adam; üç gün süren bir seyahatin son duraðýnda, Mardin'in Kýzýltepe ilçesinde bir eczanede otururken içeriye genç bir kýz girdi. Önce gözlerimi kaçýrdým, ama mutlaka ona bakmak geldi içimden ve dönüp baktým. Siyah saçlarýný atkuyruðu yapmýþ, beyaz bir tokayla baðlamýþtý. Mahçup ve ezik süzülüp girmiþti eczaneye. Ýçeri girerken ayaðýnýn hafif aksadýðýný farketmiþtim.
Eczanede görevli çocuða ayaðýný göstererek, “Ýlaç istiyorum,” dedi kýsýk bir sesle. Sonra dönüp bana baktý. Ben de bir incelik sayarak gülümsedim. O da buruk bir gülümseme iliþtirdi yüzüne ve biraz þaþkýn… Bu yakýnlaþmayla sordum:
“Ayaðýnýza ne oldu?”
Gözleriyle beni süzerek baþýný iki yana salladý:
“Sivrisinekler… Sivrisinekler ýsýrdý!” dedikten sonra yine mahçup bir edayla baþýný önüne eðdi…
Eczanedeki çocuða, rivanol solüsyonunun ayaðýndaki yaralara iyi gelebileceði söyledim. Çocuk solüsyonu hazýrlamak üzere eczanedeki laboratuvara girdiðinde, o da taburelerin birine oturup beklemeye koyuldu. Birden göz göze geldik… “Doktor musunuz?” diye sordu. Olmadýðýmý söyledim ve kendimi birkaç cümleyle tanýttým. Kýsa aralýklarla her fýrsatta birbirimizi süzüyorduk. Bu arada ben de sorular yöneltip onu tanýmaya çalýþtým.
“Nerelisiniz?”
“Sakaryalý.”
“Burada memur musunuz?”
“Öyle… Öðretmenim.”
“Kýzýltepe'de mi?”
“Hayýr, Þenyurt'ta.”
“Bilmiyorum. Neresi bu Þenyurt?”
“Buraya yakýn küçük bir nahiye, sýnýrda.”
“Sakarya'dan gelip burada öðretmenlik yapmak zor olmalý bir genç kýz için.”
“Evet, ama n'apalým iþte birilerinin de burada çalýþmasý lâzým…”
Konuþurken her cümlenin bitiminde baþýný önüne eðiyor, gözlerimden her fýrsatta kaçýyordu. Ses tonundaki burukluk, kýsýklýk önce kulaklarýma çarpýyor, sonra beynimin, yüreðimin derinliklerine beni büyülercesine yayýlýyordu. Onu mutlaka daha iyi tanýmak istedim…
Yeni bir soruyla, sanatla ve özellikle edebiyatla ilgilendiðini ve ne bulursa okuduðunu söyledi. Bazý sanat dergilerinin deðil ilçeye, il olan Mardin'e bile gelmediðinden yakýndý. Ona çantamda bulunan ve yollarda okumak üzere yanýmda taþýdýðým birkaç sanat dergisini uzattým:
“Alýn bunlarý, okursunuz,” dedim.
Ama o, sadece göz gezdirip sehpanýn üzerine býraktý dergileri.
“Bunlar sizin, almayayým,” dedi.
Bir süre sustuk.
Sonra çaylarýmýzý yudumlarken ikimiz de ýsrarla birbirimizi kaçamak bakýþlarla izlemeyi sürdürdük. Bir ara haberleþmeyi önerdiðimde reddetmedi, ama yanaklarý allaþtý, yüzü kýzardý. Okul adresini yazdýrýrken heyecanlýydý. Ben de kartýmý uzattým ona.
Kalkarken suçluluk duyuyor gibiydi. O da bana duyduðu sempatiyi gizlemek için oldukça özenli davranmýþtý. Baþýný kaldýrmadan iyi günler dileyerek çýktý…
Bir genç kýza yaþamý boyunca öðretilen katý ahlâk kurallarýyla birlikte, bu taþra atmosferinin, acýmasýz tabularýn ona yansýttýklarýný, dayattýklarýný düþündüm bir an; bu denli mahçup, ezik davranmasýna kýzamadým bu yüzden. Oturduðum yerde karmakarýþýk duygularla uzaklaþýp gidiþini izledim.
Eczanedeki çocuk garipseyerek, “ne oldu?” diye sorduðunda hiçbir yanýt veremedim. Sonra kalkýp ilçeden ayrýlmak üzere taþýt duraðýna doðru yürüdüm. Diyarbakýr'a varýncaya dek yol boyu sesi uðuldayýp durdu beynimde…
Bir hafta kadar sonra ona bir mektup yazdým. Onun da yanýtý gecikmedi. Daha sonra yazdýklarýmýzdaki içtenlik daha bir boyutlandý. Giderek yüreðimi yüreðinin çýrpýnýþlarýna yasladým onun; sesine ses verdim. “Mum ýþýðý,” dedim ona: “Sevgili mum ýþýðý, sizler, bu ülkenin uzak ilçelerinde, dað baþý yalnýzlýklarýnda uzak ve tek mum ýþýklarýsýnýz; ama birgün bütün mum ýþýklarý yandýðýnda bir düþün o aydýnlýðý!”
Mektuplarýmýzda yalnýz birbirimizin hüzünlerini, coþkularýný ve düþüncelerini deðil, kendimizce yeryüzünün bütün acýlarýný ve sevinçlerini de paylaþýyorduk; bütün insan çýðlýklarýný bir bir, sanki bizimmiþ gibi…
Ben kýrgýnlýklarýmý da taþýyordum ona. Daha bir yýl önce sokaklarda kýrlangýç sürüleri gibi kümelenmiþ o uçarý çocuklar yoklardý artýk. Onlarý infaz gecelerinde, mülteci kimliklerinde unutmuþ gibiydi birileri. Kimileri de bir karanfil býrakabilmek için gömüt taþlarýný bile bulamadýðýmýz ölülerdi… Ýþte bunlarýn yaþattýðý hüznü de tanýmlýyorduk birbirimize.
Ýki üç ay kadar sonra haftada bir kez ulaþtýrdýðýmýz mektuplarda yüreklerimizi yasladýðýmýz birer dað olduk birbirimiz için. “Bir of çeksen karþýki daðlar yýkýlýr, ama çekmiyorsun!” diyordum. O da yanýtlýyordu: “Beþ aydýr offf çekiyorum da burada; deðil dað, þu Kýzýltepe'nin tepesini bile yerinden kýpýrdatamadým…” Bu kez yeniden yanýtlýyordum: “Kýzýltepe'nin tepesi yerinden kýpýrdamaz; çünkü tepesinden puþisini almýþlar ve dolayýp kýzýllýðýný tel örgülere, içine de Mehmetçikler koymuþlar; bundan kuma görmüþ gelin gibi kýrgýndýr. Baþka tepelere bakalým, baþka daðlara…”
Yeryüzünün ortasýna düþmüþ ve giderek büyüyen yalnýzlýðýmýzý birbirimizin duyarlýðýna çarparak parçaladýk. Ýki kiþilik evreni adeta tek kiþilik kýldýk. Mektuplar, þiirler, kitaplar ve fotoðraflarla ne kadar çok þey paylaþýlabiliyorsa o kadarýný paylaþtýk onunla. Öyle temiz, yalansýz dolansýz bir dostluðu kale gibi diktik aramýza. Yorulmadan, içtenliði sakýnmadan, býkmadan…
Sonunda ýsrarlarýma dayanamayýp benimle ikinci kez görüþmeyi kabul etti. Kýzýltepe'de birlikte oturacaðýmýz uygunlukta bir tek mekân bile bulunamadýðý ve söylentilerden sakýndýðý için, Mardin'de kentin tek caddesinde bulunan Bayraktar Otel lobisinde buluþtuk. Kalabalýk lobideki ölümcül sessizlikte bizi meraklý gözlerle süzen ve birbirinin kulaðýna fýsýldaþan erkek kalabalýðýnýn içinde kaçak çaylarýmýzý yudumlayarak bir þeyler konuþmaya çalýþtýk, ama baþaramadýk.
Susmak da söylemekse bazen her þeyi, yarým saat kadar öylece kalýp ayrý istikametlere yönelerek ayrýldýk.
Sonraki ay, dýþarýda kalabildiðim o sýnýrlý sürenin ardýndan askere gitmek zorundaydým. Art arda ulaþtýrýlan tebligatlar bitmiþ, yerini semt karakolu polis memurlarýnýn apansýz geliþ gidiþleri, çaðrýlarý almýþtý. Seçeneðim yoktu.
Fotoðraf ve mektuplardaki uzak sevgili, yaklaþýk iki yýl sürecek bu dönemde kim bilir nerelere giderdi... Beþ ayda beþ yýlmýþ gibi yakýnlaþýp sevdiðim, o boðuntulu günlerinde sesimi sesine yasladýðým, beni büsbütün unuturdu belki. Hem artýk ona daha yakýn olmak istiyordum. Adýný andýðýmda kendi kendime Ceyhun Atuf Kansu'nun bir köy öðretmenini anlatan þiirini mýrýldandýðýmdý o; benim kadýným da olabilirdi…
Yazdýðým son mektuplarýn birinde onu bana daha yakýn kýlacak bir bað olarak evliliði düþündüðümü söyledim. “Gideceðim,” dedim: “Sen benim insanýmsýn. Þimdi de benim kadýným ol diyorum, niþanlanalým…”
Yanýtý gecikti. Ýki hafta kadar sonra gönderdiði kýsa bir mektupta, memleketine döndüðünü, ailevi sorunlarý olduðunu ve evliliði o aþamada “düþünmediðini” yazýyordu. Büyüttüðümüz içtenliðe, yakýnlaþmaya raðmen bu denli yapay satýrlarý iliþkimize yakýþtýrabilmesine çok içerlemiþ, þaþýrmýþtým.
Bu yüzden, yirmi üç yaþýmýnda uçarýlýðýyla, bir feodal gururla, bu dostluðu o kýsa satýrlardaki içtensizliði ve beni ummadýðým biçimde reddediþiyle noktalamak zorunda olduðumu düþündüm…
Askere gideceðim gün yola çýkmadan önce Ceyhun Atuf'un þiirindeki öðretmene bir not yazarak, “Bugün bulunduðum kentten ayrýlýyor, askere gidiyorum,” dedim. Soðuk bir kýþ günüydü. Yollarda çingene çadýrlarýna kar yaðýyordu. Askere gitmek üzere bulunduðum kentten ayrýldým…
Ýki ay kadar sonra kýsa bir not da acemi birliði çavuþ talimgâh bölüðünden, eðitimle geçen zorlu bir günün akþamý ranzamda alelacele yazdým. Bu notla, belki tavrýna iliþkin onarýcý olabileceðini umuyordum. Fakat çok geçmeden ulaþan uzun mektubunda, nedense beni nankörlükle itham ediyordu; üstüne üstlük okulunu bitirmek için yaya gidip geldiði kýþ günlerinden söz edip, beni olmadýðým biçimde yorumlayan satýrlarýna dek sürüp giden uzun mektubunda ne anlatmak istediði net deðildi. Hak etmediðim suçlamalarla dolu ve saðlýklý düþünerek yazmadýðýna inandýðým o mektubuna bir yanýt vermedim…
Askerlik dönemimi bitirinceye kadar ona bir daha yazmadým ve hiçbir haber de alamadým. Ama hep andým onu. Her anýmsayýþýmda burkuldum. Bu büyük dostluk, bu sevgi böyle bitmeyebilirdi dedim hep.Fakat onu hiç unutamadým…
Sivil yaþamýma yeniden, kötü bir baþlangýç yaptým; yargýlanmamýn sürdüðü bazý dosyalardan dolayý arandýðým için memleketime dönemedim. Ülkede sýkýyönetim vardý. Yoðun istihbarat ablukasýnda girdiðim iþlerden kýsa sürede çýkarýlýyordum. Aç kalýp, iþsiz kalýp mecburen örgütsel iliþkiye gireceðim ve böylece enseleyip benimle bir örgütün çökertilebileceði sanýsýyla her saniye izlendiðimden bile habersizdim.
Kýrk beþ gün süren bir gözaltý yaþadým bu arada. Çok sarsýldýðým, büyük düþkýrýklýklarý yaþayýp her türden iþkenceye maruz kaldýðým berbat günlerdi… Oluþturmaya çalýþtýðým kitaplýðýma, yazýþma dosyalarýma, yazdýðým bütün þiirlere ve yazý makineme el konuldu… Þikâyet edebileceðim hiçbir mercii yoktu. Her anlamda maðluptum…
Daha sonraki ay, biraz soluklanabildiðim günlerde onu yeniden bulabilme isteðime teslim oldum. Tanýmlayamadýðým psikolojik dürtülerle hayatýmda bir baþka kadýn düþünemiyordum. Önce Þenyurt'a, okuluna yazdým. Mektup, “belirtilen adreste bu isimde bir öðretmen yok” notuyla geri geldi. Onu mutlaka bulmak istiyordum. Bursa'dan Mardin PTT'sini baðlatarak okulunun numarasýný edinip telefon ettim bu kez. Telefondaki görevli, tayininin Ankara'ya çýktýðýný söyledi; ama hangi semte, hangi okula gittiðini bilmiyorlardý…
Soracaðým baþka hiçbir yer yoktu. Gündelik hayatýn sürgit telaþýna kaptýrdým kendimi. Onu unutmak zorunda olduðumu düþünüyor ve bu konuda kendimi ikna etmeye çalýþýyordum. Gördüðüm, tanýdýðým bütün kadýnlarda onu arýyordum; ama deðil mi ki herkes kendisiydi...
Sonra aradan bir yýl daha geçti…
Bir gün Bursa Kültürpark'ta bir kitap sergisinde baktýðým sanat ve edebiyat dergilerinin birinin kapaðýnda birden onun adýný gördüm. Büyük bir heyecanla açýp oracýkta dergiyi okumaya baþladým. Okumayý sürdürdükçe ürperiyor, bulunduðum kalabalýkta þaþkýnlýðýmý belli etmemek için kendimi zor tutuyordum.
Ceyhun Atuf'un þiirindeki öðretmen, yýllar sonra “Oluþum” adlý bir derginin öykü ve þiir özel sayýsýndaki bir öyküyle “bizi” anlatýyordu. Öyküyü bitirdiðimde karmakarýþýk duygularla boðulur gibiydim… Bir an yüreðimin atýþlarýný orada bulunan insanlarýn duyacaðýný sanýp kendimi dýþarý attým. Berbat bir yaðmur vardý. Rastladýðým salaþ bir meyhaneye girdiðimde sýrýlsýklamdým. Beni kimsenin göremeyeceði kuytu bir yere oturdum. Derginin sayfalarýný aralayýp öyküyü yeniden buldum ve her satýrýný yeniden okudum.
Ceyhun Atuf'un þiirindeki öðretmen, nice yýlýn ardýndan þöyle yazýyordu o temiz dostluðun beslediði sevgiyi:
“Þenyurt'a geleli onbeþ gün kadar olmuþtu. Bataklýklarýn yoðun olduðu bir yerde adeta sivrisineklerin saldýrýsýna uðruyorduk. Bacaðým da bu yüzden mosmor olmuþtu. Mardin'in bu þirin sýnýr bucaðýnda saðlýk ocaðý bulunmadýðý için tedavi de olamýyordum.
Cumartesi gününü bekleyip Kýzýltepe'ye gittim. Saðlýk ocaðý ilçenin diðer ucundaydý. O kadar yolu göze alamamýþtým. Topallayarak yürürken gördüðüm ilk eczaneden içeri girdim. Eczacý çocuk tezgâhýn baþýnda duruyordu. Ayaðým için ilaç istediðimi söyledim (…)
Masanýn yanýndaki sandalyede iyi giyimli genç bir adam dikkatimi çekti. Ona baktýðýmý görünce gülümsedi. Ben de güldüm. Ne tuhaftý; sanki yýllardýr tanýyordum onu! Eczacý çocuk sessizliði bozarak bana döndü ve yanýndaki sandalyeyi göstererek:
– Oturun, dinlenin, dedi.
Canýma minnetti. Hemen oturdum. Gözlerim genç adamýn üzerinde yine; nereden tanýyordum, kimdi? diye düþünürken, o ise eczacý çocuða:
– Ne vereceksin? diye sordu.
Eczacý çocuk birkaç ilaç ismi saydý.
Ona dönerek:
– Doktor musunuz? diye sordum.
– Hayýr, dedi.
Saçlarý alnýna dökülmüþ; hüzünlü bir yüz ifadesiyle dýþarýya bakýyordu. Sanki benimle deðil, dýþarýyla konuþuyordu, dalgýndý…
– Ben öðretmenim, dedim.
Gülümsedi…
– Öðretmenleri severim. Babam da öðretmendi…
Sorumu tekrarladým:
– Sahi ne iþ yaparsýnýz?
– Ýlaç iþi, muhabirlik filan. Bir de edebiyatla ilgileniyor, þiir yazýyorum.
– Demek meþhur olacaksýnýz?
Yüzü birden asýldý:
– Niyetim o deðil. Siz edebiyatý sever misiniz?
– Evet.
– Hiç yazdýnýz mý?
– Hayýr, dedim.
Sohbetimiz giderek koyulaþmýþtý. Yerde duran çantayý alýp dizlerinin üstüne býraktý. Çantayý açýp içinden birkaç sanat dergisi çýkararak bana uzattý.
– Bakmak ister misiniz?
Alýp þöyle bir göz gezdirdim. Sonra tekrar masaya býraktým.
– Nasýl? – Çok güzel… Arada bir bu küçük ilçede ne bulsam ben de okuyorum, dedim.
Bir yandan konuþuyor, bir yandan onu incelemeye devam ediyordum. Göz göze geldik; birden sanki gözlerimden uzaklara gitmiþtim, kaybolmuþtum. Hemen baþýmý çevirdim. Yüzüm yanýyordu… Sesiyle kendime geldim:
– Dost olalým, haberleþelim.
Hiçbir þey söyleyemedim.
– Yalnýz yazýþarak. Bunda çekinecek hiçbir þey yok, dedi.
– Önce siz yazýn, dedim ben de.
Adresimi aldý. Bana kartýný uzattý. Oradan hemen uzaklaþmak istiyordum. Bu yaþta, bir erkeðe karþý ilk kez kendimi böyle yakýn hissetmiþtim. Hemen oradan gitmeliydim. Bu arada eczacý çocuk da ilaçlarý hazýrlamýþ, bir ona bir de bana bakýyordu. Çantamdan para çýkarýp çocuða uzattým, ilaçlarý aldým ve kapýya yönelerek “iyi günler” diledim.
Mutluluktan uçuyordum. Bacaðýmýn aðrýsýný da unutmuþtum. Hatta sivrisineklere kýzmýyordum bile…
Eve geldikten bir hafta kadar sonra okulun müstahdemi birkaç mektup getirdi. Ýkisi ailemden geliyordu. Birisi ise ondandý. Ailemden gelenleri býrakýp onun mektubunu hemen açtým. Çok heyecanlýydým…
Mektubuna bir þiir örneðiyle baþlamýþtý. Yanýtýmý hemen yazdým; bana daha yalýn yazmasýný da ekleyerek. Yanýtlarý artýk daha yalýndý. Þiir, dergi, kitap ve mektup örgüsüyle arkadaþlýðýmýz sürüyordu. Bana görüþmeyi öneriyordu, ama ürküyordum. Belki de yetiþme tarzýmdan dolayý çekiniyordum. Oysa onu çok seviyordum...
Nihayet mektuplarýmdan anlamýþ olacak ki, bir mektubunda bana evlenmeyi öneriyordu.
Þubat tatiline az kalmýþtý. Yanýtýmý ona Sakarya'dan yazacaktým. Ertesi gün bana gönderdiði bir þiir kitabý elime geçti. Yolculuðum boyunca o kitabý okuyup her saniye onu düþündüm.
Sakarya'ya döndüðümde annem aðýr hastaydý. Bir yanda ailevi üzüntüler, bir yanda ailemin siyasal suçlardan yargýlanmýþ bir Kürtle evlilik düþünmeme itirazý ve ona olan sevgim beni boðuyordu… Beni anlayacaðýný umarak yanýtýmý olumsuz yazdým. Tatilin sonuna doðru annem biraz iyileþmiþti.
Þenyurt'a döndüðümde onu reddediþimi gurur sorunu yapýp bana çok kýzan bir mektubunu aldým. Mektubunda bulunduðu þehirden ay-ný akþam ayrýlacaðýný yazýyordu. Yýkýlmýþtým… Gözyaþlarýma engel olamadým. Günlerce ondan haber bekledim. Öðrencilerime de doðru dürüst ders veremiyordum. Bir ay sonra gelen mektubunda havadan sudan þeylerle bütünleþen kýsacýk satýrlarla asker olduðunu yazýyordu.
Hemen kâðýda kaleme sarýldým. Ona kendimi olmadýðým biçimde göstererek hýrsýmý almak istedim; bana çok acý çektirmiþti… Bir anlýk hýrsýn ürünü olan o mektup, arkadaþlýðýmýzý iyice kopardý…
Yaklaþýk beþ ay süren bu dostluk bitmiþti. Bende kalan iki kitap, bir þiir ve fotoðrafý hâlâ kitaplýðýmda durur. Aradan ondan uzak, ama ayný tazelikte yýllar geçti. Her hafta sonu geldiðinde içimi bir burukluk kaplar; hep o siyah gözleri ve o ýlýk Cumartesiyi anýmsarým…”
“Ilýk Bir Cumartesi” adlý bu öyküyü iki kez okuyup bitirdiðimde, onu mutlaka yeniden bulmaya karar verdim…
Bu kez yolumu bir biçimde Ankara'ya düþürüp Bakanlýða gittim. Oradaki kayýtlara göre Ankara'daki bir okulda bir süre çalýþtýktan sonra istifa etmiþ görünüyordu.
Onu bulabilmek için yapabileceðim tek þey kalmýþtý; o da memleketine gitmekti. Bana yýllar önce yazdýðý mektuplarýn birinde, çocukluðunu anlatýrken, “Evimiz o kentteki taburun karþýsýndaydý,” demiþti; elimde herhangi bir adres yoktu.
Memleketine gidip o kentte iki tabur buldum; birinin karþýsýnda futbol sahasý, diðerinin karþýsýnda ise inþa halinde bir yapý vardý… Onu bulabilmek için binlerce evden hangisinin kapýsýný rastgele çalabilirdim?
Ceyhun Atuf'un þiirindeki öðretmeni koca bir ülkede, milyonlarca insan kalabalýðýnýn içinde arýyordum. Koþullarýmý zorlayarak yüksek tirajlý gazetelerin birine ilan vermeyi bile düþündüm; ancak ailesinin hesap sormasý halinde acaba nasýl savunurdu kendini? Bu sürede niþanlanmýþ veya evlenmiþse, bu ilaný eþine nasýl açýklardý? Hem, yazan bir insan olarak o ilana imzamý uluorta koyabilecek miydim?
Memleketinde onu bulamayýp, ertesi sabah o kenti terk ederken, önceki gece yazdýðým bir þiiri de avuçlarýmda tutuyordum. Ondan büsbütün uzaklaþýp gittiðim o soðuk kýþ gününün ardýndan, yýllar sonra o þiiri bindiðim otobüsün hareket etmesiyle pencereden dýþarý attým. O buruþuk kâðýttaki dizeler, rüzgârla birlikte savrulup gitti o kentin caddelerine.
Otobüs giderek uzaklaþýrken, onu bulup yüz yüze veremediðim mesajý o kentin ortasýna bir kâðýtla salývermiþtim:
“resmin rehindir gurbetimde
gurbetimde sesleri aþýndýrmýþ kimliksiz bir kasaba
ve senin kederini ýslatan o yaðmurlar rehin
alný özlemle daðýnýk bir akþam getirdim sana
gel, büyüt ellerinle, konuk et sýcaklýðýna
konuk et kanatlarý kanatýlmýþ kuþlar getirdim sana
ve akþam… bir kez daha!
saçlarýný topla ve daðýt sesini rüzgârlara
“bir of çeksen karþýki daðlar yýkýlýr”
çekmiyorsun!
akarsularý imrendiren yüzün de
sabahçý kahveler de biliyor
görüþmeyeli yorgunum yýkýk kentler kanadý sevinçlerimle
görüþmeyeli ya sen nasýlsýn
adým, adresim durur mu defterinde?
(…)”
Ardýndan son kapýyý da çalarak, o yýllar yayýnlanan “Oluþum” dergisi yayýn yönetmeni hanýmý buldum. O öykünün yayýnlandýðý “Öykü ve Þiir Özel Sayýsý”ný göstererek onun adresini istedim. Yayýn yönetmeni haným, öyküyü býrakýp gittiðini, daha sonraki ay yayýnlanýp yayýnlanmayacaðý konusunda yalnýz bir kez telefon ettiðini ve bir daha görünmediðini söyledi… Böylece çalabileceðim en son kapýyý da çalmýþ, hiçbir sonuca varamamýþtým. Onu sorabileceðim hiçbir yer kalmamýþtý artýk...
(O, yoksa, ulaþamadýðým için mi aranýyordu? Elde edemediðim bir kadýn olarak mý özleniyordu? Eðer öyleyse, onu aramam, bulmam yanlýþ olacaktý… O, yýllar önce saklý boðuntularýma kattýðým insandý ya, bu yüzden bir minnet duygusuyla mý arýyordum? Onu bulabilmek için yýllardýr bir ýsrara, sadakate niçin zorluyordum kendimi?
Neydi beni ona çeken? Sevgi miydi? Oysa sevgiyi biz kuþak olarak da hiç tanýmamýþtýk ki... Yoksa nice paylaþýmdan sonra her birimiz ayrý yerlerde olgunlaþýrken, bir baþýma yürüdüðüm kendi yazgýmda, yalnýzlýðýmda önüme çýkan ihanet duygusu muydu beni ona yönelten? Mektuplarla bir insan ne kadar tanýnabilirdi? Ýki kez görüþmede ne kadar sevilebilirdi? Belki o yýllara ait savruluþlarda kafamda abartmýþtým onu. Onu bulsam yüreðimdeki fýrtýnalar, iç hesaplaþmalar dinecek miydi?)
Bu düþüncelerle onu bulmaktan, dahasý bulmaya çalýþmaktan caymak zorunda olduðuma yeniden inandýrdým kendimi. Yýllar sonra ilk kez bir baþka kadýna yer açtým. Yaþam devam ediyordu ve onu unutmak zorundaydým…
Eski dosyalarýmýn birer birer tahliye ya da beraatle sonuçlanmasý ve Diyarbakýr'daki sýkýyönetim basýncýnýn biraz durulmasýyla, tam dört yýl sonra memleketime yeniden dönebildim.
Yeniden bir ilaç firmasýnýn Güneydoðu bölge mümessilliðine ve yeniden ayný il ve ilçelere yoðun iþ seyahatlerine baþladým. Mardin ve Kýzýltepe'ye yaptýðým her gezi, tüm sarsýcýlýðýyla onu yeniden anýmsatýyordu bana…
Kýzýltepe'ye gidiþlerimde, dört yýl önce ilk kez görüþtüðümüz o eczaneye hep daðýla daðýla bakýyor, onu her seferinde o öksüz ilçenin kuraklýðýnda düþlüyordum; eczanenin içine baktýðýmda ise, ya baþkalarý oluyordu ya da hiç kimse…
Yine bir Mardin seyahatinde, kaldýðýmýz otelin terasýndaki restaurantta bir baþka ilaç firmasýnýn temsilcisi Ertuðrul'la günün yorgunluðunu atýyor, rakýlarýmýzý yudumluyorduk. Mardin'in sýnýrlý bir alana yayýlmýþ cýlýz ýþýklarýnýn onbeþ km. kadar uzaðýnda kalabalýk ve canlý ýþýk kümeleriyle görünen Kýzýltepe'ye dalýp gitmiþti gözlerim.
O ýþýk kümesinin içinden yüreðini kemire kemire gelip geçmiþ binlerden bir köy öðretmenini, Ceyhun Atuf'un þiirindeki öðretmeni yýllar sonra yine Mardinli bir yolculukta burkularak anýyordum… Dalgýnlýðým Ertuðrul'un dikkatini çekmiþti; sorup üsteledi, ama hiçbir þey söylemek gelmedi içimden. Neyi, ne kadar anlatabilirdim… Sessizce sürüp giden yemek boyunca bir ara sordum:
“Sen Ýstanbullu muydun Ertuðrul?”
“Hayýr, Sakaryalý,” diye yanýtlayýnca þaþýrýp kaldým… Ne garipti; yýllar sonra yine Mardin'de bir baþka Sakaryalý…
Tam altý yýl sonra ilk kez, baþýndan sonuna dek anlattým Ceyhun Atuf'un þiirindeki öðretmeni. Ertuðrul dikkatle dinledi. Sözümü bitirirken, “Onu bir daha bulamadým Ertuðrul,” dediðimde, Ertuðrul'un gözleri ýslaktý. Gözbebeklerine biriken yaþlarý akýtmamaya çalýþtý…
“Kýzkardeþim halen Sakarya'da öðretmen. Tatile gidiþimde onu mutlaka araþtýracaðým, söz veriyorum,” dedi. Sonra sustuk… O gece baþka bir þey konuþmadýk.
Bir ay kadar sonra Diyarbakýr'da SSK Hastanesi doktorlarýyla poliklinik odasýnda sohbet ederken, içeri giren Ertuðrul hýþýmla çýkýþýyordu:
“Neredesin kardeþim. Günlerdir arýyorum seni! Dýþarýya çýkalým, sana çok önemli bir haberim var…”
Altý yýldýr aradýðým adresi bulabilmemin bu kadar kolay olacaðýný ummuyordum! Ertuðrul cebinden adresi çýkarmýþ bana uzatýyordu:
“Kýz kardeþimle ayný okulda öðretmenlermiþ. Daha ben araþtýrmamýþtým ki, ikisi bir gün sohbet ederlerken, kýz kardeþim benim bu kentte olduðumu söylemiþ, yaptýðým iþi de. O da 'bir sor' demiþ, 'o da bu iþi yapýyordu, tanýyor mu acaba?' Kýz kardeþim de bana telefonda sordu, ben de seni tanýdýðýmý söyleyince hemen adresini yazdýrdý, al,” dedi.
Onu bulmuþtum... Nihayet bulmuþtum! Ama ne garipti ki, onu birlikte olduðum bir kadýnla evlenmeye karar verdiðimiz günlerde bulmuþtum…
Yine de o günün akþamý Ceyhun Atuf'un þiirindeki öðretmene kýsa bir mektup yazdým. Mektubumda: “Aradan geçen altý yýlýn bizlerden çok þey alýp götürmüþ olabileceðini” söyledim ve ekledim: “Yaþamýmýza baþka insanlar da girmiþ olabilir. Bunca yýl sonra yeniden karþýlaþtýðýmýzda ikimizin de birbirimizi eskisi gibi bulma umudu olmamalý.” dedim.
Mektubumun sonunda ise: “Yýllar sonra onu yeniden bulabilmenin sevincini, heyecanýný yaþadýðýmý, ama birbirimizde býraktýðýmýz gibi güzel kalabileceðimizi ve hiç görüþmeyebileceðimizi” sözlerime ekledim.
Sonra yanýtýný beklemeye koyuldum. Gelen mektubunda þunlarý yazýyordu:
“…Senden uzak geçen yýllar, yine hep seni özleyerek geçti. Bunca yýl sonra senden haber almak beni nasýl sevindirdi bir bilsen…
Askere gitmeden önce yazdýðýn o mektupta beni kýrmýþtýn. Bana yazmadýðýn o bir aylýk sürenin nasýl geçtiðini bilemezsin. Bir ay sonra gelen o havadan sudan þeylerle bütünleþen mektup ve bir anlýk kýzgýnlýk, beni o yalanlarý yazmaya itti… Þimdi beni baðýþlamaný istesem affedebilir misin bilmiyorum.
Þenyurt'taki o mutsuz günlerimden sonra Ankara'ya tayinim çýkmýþtý. Bir yýl geçmeden oradaki görevimden istifa edip özel bir lisede çalýþmaya baþladým. (…) Çalýþtýðým okulda Ertuðrul'un kardeþi Nursel'le tanýþmýþtým. Bir sohbet esnasýnda kardeþinin orada olduðunu ve týbbi mümessillik yaptýðýný söyledi; arkadaþýmýn kardeþine anlattýðýn gibi, ben de seni Nursen'e anlattým. Ýnanýlmasý ne zor bir tesadüf bu!
Söylemek istediðim çok þey var. Ancak ifade edemiyorum! Seni çok özlediðimi ve Sakarya'ya gelmeni çok istediðimi söylesem gelir misin? Ben yýllardýr hep seni bir kez daha görmeyi arzuladým. (…)”
Sonraki hafta atlayýp Sakarya'ya gittim. Önce bir otele yerleþtim. Okuluna telefon ettim. Çok garip duygularla bocalayarak konuþmaya çalýþtýk. Geldiðimi, onu beklediðimi söyledim. Ama o ise, o gün nöbetçi öðretmen olduðunu, okul çýkýþý kuaföre gitmesi gerektiðini, yorgun ve daðýnýk olduðu için onu o haliyle görmemi istemediðini belirtip, ertesi sabaha o kentin büyük postanesinin önünde randevu verdi.
O gece hiç bilmediðim o kentte dolanýp durdum…
Sabahleyin saptadýðýmýz yerde beklemeye koyuldum. Randevu saati geçmiþti, ama o görünürde yoktu… Beklemeye devam ettim... Postanenin içindeki insanlara baktým, yoktu! Ýçerde yaþlý bir hanýmla az ilerisinde þiþman ve çok süslü bir hanýmdan baþka kadýn yoktu…
Dýþarý yöneldiðimde içerdeki þiþman hanýmýn gülümseyerek bana doðru yürüdüðünü gördüm. Durup baktým, onu daha önce hiç görmediðimi düþündüm. Koyu renk camlý gözlüðünü çýkarýp yüzüme dikkatle baktýðýnda irkildim! Gözleri… Evet, o gözleri tanýyordum! O gözler Ceyhun Atuf'un þiirindeki öðretmenin gözleriydi. Gözlerini tanýdým; sadece gözlerini! Donakalmýþtým…
Adýný mýrýldandým ve kekeleyerek, “Çok deðiþmiþsin,” diyebildim sadece. O ise, “Biraz kilo aldým” demekle yetindi; ama biraz deðil, oldukça toplu bir hanýmdý karþýmdaki… Siyah bir döpiyes giymiþ, boynuna bordo renk bir fular baðlamýþtý. Fularýn altýndan görünen altýn kolyelerin, bileklerine dizili bileziklerin ýþýltýlarýyla bezgindi… Saçlarýný boyatmýþ, kabartmýþ ve ön kýsmýný bir þapkanýn önü gibi spreyle dimdik tutturmuþtu. O narin, naif yüzü çok deðiþmiþ, avurtlarýna uzun ve siyah kýllar, gözlerinin altýna yað kümeleri birikmiþti. Çok yapay, dudaklarýndan taþan boyalarla, “çýkalým,” dedi…
Ben þaþkýnlýðýmý atamamýþtým üzerimden. Dönüp bir kez daha baktým gözlerine. Gözleri, deðiþmeyen yalnýz gözleriydi; ama gözleri de parýltýsýný yitirmiþ, kirpiklerinin ucuna rimel artýklarý birikmiþti. Oysa ben Ceyhun Atuf'un þiirindeki o öðretmeni arýyordum; o yalýn görünümlü, o masum köy öðretmenini, ilk günkü gibi… Saçlarý at kuyruðu ve topuksuz ayakkabýlarýyla o heyecanlý, mahçup taþra öðretmenini… Þimdi yanýmda yürüyen bu bütün doðallýðýný yitirmiþ þiþman haným o muydu?
“Tanrým!” diye söylendim kendi kendime: “Altý yýl ne çok þey alýp götürürmüþ bir insandan... Ne çok þey!”
Önce bir kafeteryaya götürdü beni. Sorduk birbirimizi.
“Sen pek deðiþmemiþsin,” dedi ve heyecanla sürdürdü konuþmasýný:
“Biliyor musun ben çok deðiþtim, her yönden.”
“Belli, deðiþmiþsin…” dedim.
“Çalýþtýðým yer þimdi özel bir lise. Çok iyi ücret alýyorum artýk. Burjuva diye bir zamanlar kýzdýðýmýz insanlarýn çocuklarýný okutuyorum; þimdi çok huzurluyum. Biliyor musun biz onlarý hiç tanýmadan kýzýyormuþuz; öyle soylu insanlar ki! Tüm öðrencilerimin aileleriyle çok iyi diyaloglarým ve çok saygýnlýðým var þimdi.”
“Daha önce çalýþtýðýn yerlerde saygýnlýðýn yok muydu?” diye sordum.
“Bilmem… O yýllarýmdan hiçbir þey anlamadým. Hep acý ve yoksulluk içinde geçti…”
Sonra bazý öðrenci velilerinin kendisini izlediklerini, dedikodu çýkmasýndan korktuðunu söyledi. O kente yakýn bir ilçeye, Gölcük’e gittik bu kez. Bir balýkçý lokantasýnda oturduk.
“Kýzma ama, o Kürtlerin içinde çok acý çektim. Çok güzel duygularla baþlamýþtým çalýþmaya, ama nefret ettim hepsinden!dedii...
“Neler söylüyorsun!” diye çýkýþtým. O ise ayný kayýtsýzlýkla sürdürdü:
“Yiyecek bir þey bulamadýðým günler oldu orada. Çöpe döker, yine de bana parayla satmayý bile düþünmezlerdi. Pis insanlardý. Çocuklarýnýn pislediði kaplarda yemek yerlerdi; pislerdi, pis!”
“Evet, çok deðiþmiþsin! Geçmiþinde tertemiz bir güzellikle yaþadýklarýna sahip çýkamayacak kadar deðiþmiþsin... Ben de senin o pis dediðin insanlardan biriyim, biliyorsun!”
Kýzdýðýmý anlayýnca gönlümü almaya çalýþtý:
“Sen üzerine alma. Ýnan çok acý çektim. Fazla kilo almamýn nedeni de psikolojikmiþ; yüzümdeki kýllarýn da nedeni. Yakýnda perhiz yapmaya baþlayacaðým, çok sýký bir diyet uygulayacaðým. Yüzümdeki kýllar için de Ankara'ya gideceðim. Þimdi alamýyorum, alsam artarlarmýþ. Ankara'da özel bir cihaz varmýþ…”
!!!!!!
Ceyhun Atuf'un þiirindeki öðretmenle karþýmdaki kadýn arasýnda hiçbir bað kuramýyordum. Bu insaný yeni tanýyordum, ama anýlardaki öðretmeni altý yýl ýsrarla özlemeyi sürdürmüþtüm. Düþlerimde büyütmüþtüm onu; o büyüdükçe ben de onunla birlikte büyümüþtüm. Onu dinlerken, ona bakarken büyük bir þaþkýnlýðý gizliyordum. O ise farkýnda bile deðildi þaþkýnlýðýmýn. Kafamda yýllardýr büyüttüðüm, güzelleþtirdiðim o tapýlasý imaj, konuþmalarýyla daha da parçalanýyordu…
Artýk bildiðim, altý yýl önce Ceyhun Atuf'un þiirindeki öðretmenin, düþlerde dur duraksýz büyütülen o sevgilinin hiç olmadýðý, belki sadece bir rüya olduðu ve hiç yaþanmadýðýydý…
“Yazdýðým o öykünün bir sanat deðeri olmadýðýný biliyordum. Ama yayýnlanmasý beni çok mutlu etmiþti. Seni buldum þimdi ve bir daha býrakmak istemiyorum,” diyerek ellerime sarýlýp hýçkýrarak aðlamaya koyuldu…
Aðlayýnca tedirgin oldum. Ona hayatýmda bir baþka kadýnýn varlýðýndan ve onunla evlenmeye karar verdiðimizden söz edemedim. Sadece onu teskin etmeye çalýþtým. Teskin etmek için bazý boþ vaatlerde de bulunamadým; sadece, “sus, aðlama artýk” gibi sözcükler çýktý aðzýmdan…
Sonra baþýný kaldýrdý ve ýslak, kýzarmýþ gözleriyle bana baktý:
“Biliyor musun ben ibadete de baþladým. Senin de tanrýya inanman lazým; eskiden inanmazdýn… Ýleride birlikte ibadet edebiliriz belki, deðil mi?” diye gözlerime yalvarýrcasýna bakarak sorduðunda þaþkýnlýðým doruktaydý…
Kabul etmese de o akþam o kentten ayrýldým. Hazýr olmadýðý için onu bir daha aramayacaðýmý o gün, yýllar sonra, o ilk görüþmemizde söyleyemedim. Her þeyi dönüþümde ona bir mektupla yazmayý düþünüyordum. Bir yabancýya yazacaktým bu kez.
Uzun bir mektup gönderdim sonra; haberleþemediðimiz altý yýllýk sürede yaþanan deðiþimlerin doðallýðýndan, ama artýk aramýzda kültürel, sosyal farklýlýklar oluþtuðundan ve benim yýllardýr hep bir dünya görüþünün insaný olmaya çalýþtýðýmdan söz ettim. Kürtlere âþýk olduðumu ve inandýðýmý, ama tanrýya inanmadýðýmý, inanmayý da hiç düþünmediðimi yazdým…
Ne kadar küçümsese de, hâlâ kasabalarda, köylerde onun bir dönem özveriyle, dirençle yaþadýklarýnýn, ama sahibi olamadýklarýnýn þimdi baþka özneleri olduðundan; ülkenin her yanýnda baþka mum ýþýklarýnýn ayný ýsrarla, ayný güzellikte yanmaya devam ettiðinden söz ettim… Ýki yýldýr birlikte olduðum bir kadýnla evlilik kararýmýzdan ve ona yaþam boyu esenlikler dilediðimden…
Mektubuma bir yanýt alamadým. Kül aþk, daha bir küllendi, kayboldu nice yoðunluðun, yorgunluðun içinde…
Sonraki yýl evlendim. Yýllar art arda akýp gidiyordu. Ceyhun Atuf'un þiirindeki o sevgilinin silueti, sesi anýlarýmda, belleðimde karmakarýþýktý. Eþimle uyumsuz ve mutsuzdum; sadece çocuðumuz için ayný eve tutunuyorduk. Düþler ne çok yanýltmýþtý bizi…
Bir hafta sonu evdeki odamda, caddeye bakan masada gazetelere, haftalýk dergilere göz atýyordum. Bir haber dergisinde tam sayfa bir haberi dehþetle okudum. “Yaþam/Bir Ýntihar Vakasý” baþlýklý haberin spotlarý þöyleydi:
“30 yaþýndaki …...öðretmen fazla miktarda hap alarak yaþamýna son verdi. Savcýlýk soruþturmayý sürdürüyor..…. öðretmenin intihar nedeni bilinmiyor. Öðrencileri, öðretmenlerinin ölümünden henüz habersizler…(…) Mesleðinin ilk yýllarýný yolu, suyu, ýþýðý olmayan uzak Güneydoðu köylerinde, ilçelerinde geçiren …...öðretmenin intihar nedeninin görev yaptýðý Güneydoðu’da yýllar önce yaþadýðý eski bir aþk fantazisi olduðu sanýlýyor… (...) Savcýlýk, .....öðretmenin günlüklerinde adý geçen ve soyadý saptanamayan Yýlmaz’ý, ifadesine baþvurmak için arýyor...”
Son cümleyi okumamla yerimden panikle kalkmam bir oldu. Dikkatsizce kalktýðým için masamýn üstündeki fincan, ansýzýn beton zemine düþüp parçalandý.Ayakta þaþkýn, savruk, bir yerdeki fincanýn kýrýlan parçalarýna, bir elimdeki derginin açýk sayfasýnda gülümseyen Ceyhun Atuf'un þiirindeki öðretmenin onu ilk tanýdýðým günlerdeki gençlik fotoðrafýna bakýyor ve mýrýldanýyordum: Kül... kül... kül aþklar!
Ayakta, elimde tuttuðum dergiyle kendi kendime paramparça söylenirken, o an mutfaktan önlüðü ve saçýnda bugidileriyle içeriye giren karýmýn baðýrýþýyla irkildim:
“Nasýýýýýl! Nasýýýýýl kýrdýn bunuu? Papatya takýmýnýn fincanýydý buu! Papatya takýmý bozuldu! Papatya takýmý bozulduuu!”
Diyarbakýr, 1990
1992 6.Adana Altýn Koza Film Festivali Yýlmaz Güney anýsýna “Bir film bir fotoðraf yarýþmasý” ödülü…
Geri