Martılarla Randevu
Yıllar önce birkaç kez Tatvan’dan Van’a feribotla yolculuk yapmış, Van Gölü’nün aydınlık gökyüzüyle sarmaş dolaş maviliğiyle adeta büyülenmiştim; yirmili yaşlarımdaki o yolculuklarda, kendimi o gölün henüz kirletilmemiş suları, kıyıları kadar temiz hissettiğimi ve feribotun güvertesinde alnımı rüzgârlara yasladığımda, mutluluktan ayaklarımın düpedüz yerden kesildiğini hiç unutmuyorum.
O sıkıyönetim günleri Diyarbakır’dan yola çıkıp, tankları, devriye minibüslerini, felaket haberlerini, feodalitenin basıncını, yoksulluğumu ve peşimde dolanıp duran “siviller”i atlatıp, Tatvan’da “İşletme Otel”de bir gece kalıyor, bir sonraki gün Van Feribot’una bindiğimde, bütün sıkıntılardan bir süre için de olsa uzaklaşabildiğimi görebilmek, gelecekte hayatın -belki- böyle de yaşanabileceğine dair umudumu besliyor ve kendimi o mavi suların, ak köpüklerin, rüzgârların kollarına bırakarak sadece o sınırlı sürede her şeyi unutuyordum…
Sonraki yıllarda Bursa’dan yola çıkıp, Yalova’dan feribotla İstanbul’a gitmeyi de, -belki bana Tatvan’dan Van’a yaptığım o feribot yolculuklarını anımsattığı için- çok sevmiştim.
1 Mayıs 1999’da düşünce mahkûmiyetimden Bursa E Tipi Cezaevi’nin revir koğuşu ve tek kişilik hücrelerinde geçirdiğim iki ayın ardından, bir kez daha geride yine çok kötü geçmiş günler bırakarak refakatimde altı jandarma ve bir askeri ring aracıyla Bursa’dan Tekirdağ’ın Saray ilçesinin kapalı cezaevine sevk ediliyordum.
O sıcak Mayıs gününde baharın gülücüğüne uzak, Bursa-Tekirdağ güzergâhında ilerlerken, ring aracının arkasında karanlık ve havasız bölümde bileklerimde kelepçelerle bir insandan çok paketlenmiş bir emanet eşyayı andırıyordum.
Aracın arkasında, tahta bir bankta oturduğum bölümü tel örgülerle ayıran giriş kısmında uzun silahlarını sımsıkı kavramış jandarmalar, kendi aralarında konuşup küfürleşiyor, bana da arada bir tedirgin, kaçamak bakışlar fırlatıyorlardı. Dışarıdaki aydınlık gün, ring aracının içindeki karanlığa ışığın kırıntısını dahi yansıtmıyor ve o daracık alanda askerlerin postalları da leş gibi kokuyordu...
Yola çıkmadan önce, adli suçlardan mahkûm bazı koğuş arkadaşlarım, görevli astsubaya bir miktar para verdiğimde, yolculuk süresince kelepçelerimin açılacağını, şoföre ve nöbetçi askerlere yemek ısmarlamam koşuluyla bir lokantada mola verebileceğimizi, hatta astsubayı “kafalarsam” (!) eğer, para karşılığı bir kulübeden bana telefon bile ettirebileceğini söylemiş, bunun bütün sevk yolculuklarında böyle yaşandığını da sözlerine eklemişlerdi.
Tam altmış gün ışıksız, havasız hücrelerde küf tutmuştum; yargıtaydaki diğer dosyalarım da onaylanırsa eğer, tam üç yıl daha dışarıyı göremeyecektim. Mola verip, bir lokantada on dakika, sadece on dakika oturup soluklanabilmek ve dışarıyı o sınırlı sürede yeniden hissedebilmek, temiz bir lavaboda yüzümü yıkayıp sevgilime telefonla bir sürpriz yapabilmek için, değil bir astsubay ve altı jandarmaya, param olsa bir orduya bile yemek ısmarlayabilirdim...
Fakat ön tarafta, şoförün yanında oturan astsubayın aracımızı bir yerlerde durdurup bana yüzünü göstermesini boşuna bekledim; ring aracının arkasındaki o karanlıkta bileklerimi acıtan kelepçelerden kurtulmayı saatlerce boşuna bekledim.
Aracımız Yalova’da feribota girerek durdu; jandarmaların ikisi başımda nöbetçi kalıp diğerleri inerek kapıyı dışarıdan kapadılar. Feribotta bile aşağıya inemeyeceğimi anlayınca, jandarmalara komutanlarıyla görüşmek istediğimi söyledim. Biri haber verdi ve ring aracının kapısından başını içeriye uzatan astsubaya seslendim:
“Bakın komutan (!) ben kargo paketi değil, bir insanım. Bir yolculukta bazı ihtiyaçları olabiliyor insanların”
“Tamam tamam! Feribottan inince uygun bir yerde arabayı durdurup tuvalet molası vereceğiz, tamam!”
“Hayır, tuvalet değil kastettiğim! Bu feribotta kendimi denize atacak değilim, altı jandarmanın refakatinde bir yere kaçacak da değilim. Ben bir düşünce mahkûmuyum. Güvenmiyorsanız kelepçelerimi de çözmeden dışarıda biraz hava almamı sağlarsanız memnun olurum...”
“Mümkün değil. Mahkûmun suçu bizi hiç ilgilendirmez. Biz sadece aldığımız mahkûmu gideceği cezaevine teslim etmek mecburiyetindeyiz. Sizi çıkaramayız! Ama acıkmışsanız, para verin askerler yiyecek bir şeyler alsınlar.”
“Aç değilim; ama feribottan inince bir lokantada mola verebilirsek birlikte yemek yiyebiliriz...”
“Yasak olmasa yerdik, ama kesinlikle yasak!”
“Fakat sevk edilen bütün adli suçlulara güzergâhtaki lokantalarda yemek molası verildiğini biliyorum...”
Astsubay birden yüzüme kaygıyla baktı; bir an düşünüp yeniden söze girdi:
“Onlara mola verilip verilmediğini şahsen bilmiyorum. Ama açıkçası, sizin sevkinizden önce savcı bey beni ve komutanımı odasına çağırıp, sizin bir yazar olduğunuzu, basından fotoğrafınızı çekmek isteyen gazeteciler olabileceğini, çok dikkatli götürmemizi ve yolculuğun sonuna kadar kesinlikle aşağıya indirilmemenizi emretti. Bana kalsa çıkar beraber otururuz, ne olacak, ama emir böyle!” diyerek ring aracının kapısını örtüp, yeniden o leş kokulu karanlıkta bıraktı beni...
Bir tecavüz ya da cinayet zanlısının pekâlâ yararlanabildiği küçük jestlerden bile, beni değil, aslında yazar kimliğini savcılık, bakanlık gibi resmi mercilerin uyarısı ve onayıyla men etmişlerdi…
Bir jandarma kapıyı aralayıp iki simit ve bir ayran getirdi; kelepçeli ellerimle poşeti bankın üzerine bırakıp, ring aracının bir kibrit kutusu büyüklüğündeki hava deliğinden dışarıyı izlemeye koyuldum.
İnsanlar güverteye üşüşmüşlerdi... Denizin kışkırtıcı maviliğinde martılar coşkuyla uçuşuyorlardı... Türbanlı bir kadın çekirdek çitliyor, çocuklar koşuşturuyor, kızlı erkekli bir grup genç, aydınlık yüzleriyle güvertede fotoğraf çektiriyorlardı. O gençlerin biri belki bir okurumdu...
İnsanlar seyahat ettikleri araçlardan, otobüslerden inip diledikleri yerlere dağılmış, bir ben feribotun içinde, ama dışında kalmıştım... Koca feribotta yalnız ben dışarının geniş aydınlığından dışlanmıştım.
Feribottaki insan kalabalığı, oracıktaki bir ring aracının küçük hava deliğinden dışarıya, kendilerine bir şairin nasıl da yakıcı bir özlemle baktığından tabii ki habersizlerdi; hatta söz birliği etmiş gibi kimse dönüp bulunduğum araca bile bakmıyor, fakat ben, şair, orada bile aslında işimi yapıyor, hayatın ve insanın hallerine bakıyordum...
Güzel bir kadın, o esnada ring aracının önünde denize bakarak sigara içiyordu... “Kadınları da özledim” diyerek, kendimle ve o kadınla gizli, sessiz bir sohbete koyuldum:
“Size hiç kırgın değilim denize bakan kadın... Devlet erkekti, feodalizm erkekti, ‘uzat leyn ellerini kelepçe takacağız’ diyenler, beni çarmıhlara gerenler hep erkeklerdi. Bana bu dünyada hiçbir kadın işkence yapmadı, Sivas’taki dostlarımızı yakan yobaz kalabalığında da tek bir kadın görmemiştim, İkinci Dünya Savaşı’nı da kadınlar başlatmadı... Anam dahil, sizden hep şefkat, hep sevgi gördüm; bana hep coşkular, bana depremler yaşattınız, bana aşk şiirleri yazdırdınız.. Sizler bu dünyanın nazenin çiçeklerisiniz denize bakan kadın; yapraklarınızı okşamak ve vazolarınıza su dökmek gerekir... Evet, vazolarınıza sık sık su dökmek gerekir… Size, denize bakan kadın ve martılara hiç kırgın değilim.”
Bulunduğumuz feribot, üzerinde uçuşan martılarla adeta yarışarak ve geçtiği yerlerde ak köpükler bırakarak ilerliyordu... Bir an martılara baktım, selam verdim, ama almadılar, aldırmadılar… “Martılar ancak özgürlüğü duyarlar, martılar özgürlüğü duyarlar!” dedim ve fısıldadım:
“Martılar, aç çocukları mavi suların, ben de bir zaman görünürdüm size güvertelerden... Biliyorum, sevmediniz oturduğum karanlığı, kelepçelerimi sevmediniz; doğrusu ben de sevmedim! Ama bir gün yine burada sizinle kelepçesiz bir randevum olsun, söz olsun! İçeride geberip gitmezsem eğer, gelip yine burada bulacağım sizi. Sizinle ve mavi sularınızla zamana kesilmiş bir randevumuz olsun; bir gün diyorum, bir gün yine burada mutlaka görüşmek üzere martılar, aç martılar, tatlı martılar, bembeyaz kanatlılar, benim serseri kardeşlerim!”
Daha sonra konulduğum Saray Kapalı Cezaevi’nin siyasi koğuşunda, martılarla randevumdan söz eden bir şiir de yazdım. Sonraki yıl yayımlanan “Ey Hayat” adlı şiir kitabımda “Martılarla Randevu” adıyla yer alan bu şiirimde: “Oysa dünya ne geniş, koğuşum dardı/Bıraksalar martılarla randevum vardı” diyordum.
Daha sonra, Eylül 1999’da hiç ummadığım biçimde S.Demirel, “Basın Suçlarına Erteleme Yasası”nı imzalayınca, yalnız yatmakta olduğum cezanın kalan iki ayından değil, yargıtayda birer birer onanan bütün düşünce mahkûmiyetlerimden de “üç yıl konuşma yasağı” koşuluyla “şartlı” kurtuldum. Aynı suçları (!) üç yıl içinde yeniden işlersem, yeni cezalarım da öncekilerle birlikte yatıracaklardı.
Salıverilmiştim. Martılara randevu vermemin üzerinden yedi ay kadar geçmişti. Bursa’ya bir imza ve söyleşi günü için gittiğimde, sonraki sabah İstanbul’a gitmek üzere tek başıma yola çıktım. Tek başıma gitmeyi yeğlemiştim; çünkü randevu, sadece benim randevumdu.
Otobüsümüz Yalova’da feribota girince indim. Kollarımı sallayarak ve göğe bakarak yavaş yavaş ikinci katta rüzgârın çok, insanın az olduğu bölüme geçtim. Bir sigara yakarak denizin ve göğün masmavi fonunda kavisler çizerek uçuşan martılara bakarak gülümseyip “merhaba” dedim:
“Merhaba martılar, benim serseri kardeşlerim, size geleceğimi söylemiştim, işte geldim. Randevuma geldim!”
Martılar darmadağınık uçuşuyorlardı; serseri oldukları için şaire, randevuya biraz saygısızlardı. Yeniden fısıldadım: “Çömelseydiniz, konuşsaydık be çocuklar!”
İşte o an, hiç ummadığım bir şey oldu. Birkaçı hariç onlarca martı birden denizin yüzeyine dizilip dağınık bir sıra oluşturdular. Bir an gözlerime inanamadım! Şaşkın şaşkın bakınırken, o an telesekretere yönlendirilmiş telefonuma sinyal sesi ile yazılı bir mesaj geldi, açıp okudum:
“Sayın abonemiz, ödenmemiş bir adet faturanız bulunmaktadır. İki iş günü içinde borcunuzu ödemezseniz, telefonunuz görüşmeye kapatılacaktır...”
Şimdi siz, bu mesajı okuduktan sonra nereye isterseniz oraya küfredin; ben de okurken etmiştim zaten... İstanbul’a vardığımda, “Martılarla Randevu” adlı şiirimin, Edip Akbayram’ın “İlk Günkü Gibi” adlı yeni albümü için bestelenip okunduğunu öğrendim. Martılarla ‘Randevumu’ mahvedenlere bir misilleme olur diye çok sevindim.
O akşam İstanbul’da yağmurda özgürlüğün tadını çıkara çıkara sırılsıklam yürürken, Cemal Süreya’nın anısı dedi ki: “Biz yarışı kaybettikten sonra da koşan atlarız...”
Ben de dedim ki ona, üzülme sen, biz şairiz, bu puştları haklarız!
yılmaz odabaşı