Toplam 2 adet sonuctan sayfa basi 1 ile 2 arasi kadar sonuc gösteriliyor

Konu: Martılarla Randevu

  1. #1
    Üyelik tarihi
    12.Mart.2007
    Mesajlar
    85
    Teşekkür / Beğeni

    Standart Martılarla Randevu

    Martılarla Randevu

    Yıllar önce birkaç kez Tatvan’dan Van’a feribotla yolculuk yapmış, Van Gölü’nün aydınlık gökyüzüyle sarmaş dolaş maviliğiyle adeta büyülenmiştim; yirmili yaşlarımdaki o yolculuklarda, kendimi o gölün henüz kirletilmemiş suları, kıyıları kadar temiz hissettiğimi ve feribotun güvertesinde alnımı rüzgârlara yasladığımda, mutluluktan ayaklarımın düpedüz yerden kesildiğini hiç unutmuyorum.

    O sıkıyönetim günleri Diyarbakır’dan yola çıkıp, tankları, devriye minibüslerini, felaket haberlerini, feodalitenin basıncını, yoksulluğumu ve peşimde dolanıp duran “siviller”i atlatıp, Tatvan’da “İşletme Otel”de bir gece kalıyor, bir sonraki gün Van Feribot’una bindiğimde, bütün sıkıntılardan bir süre için de olsa uzaklaşabildiğimi görebilmek, gelecekte hayatın -belki- böyle de yaşanabileceğine dair umudumu besliyor ve kendimi o mavi suların, ak köpüklerin, rüzgârların kollarına bırakarak sadece o sınırlı sürede her şeyi unutuyordum…

    Sonraki yıllarda Bursa’dan yola çıkıp, Yalova’dan feribotla İstanbul’a gitmeyi de, -belki bana Tatvan’dan Van’a yaptığım o feribot yolculuklarını anımsattığı için- çok sevmiştim.

    1 Mayıs 1999’da düşünce mahkûmiyetimden Bursa E Tipi Cezaevi’nin revir koğuşu ve tek kişilik hücrelerinde geçirdiğim iki ayın ardından, bir kez daha geride yine çok kötü geçmiş günler bırakarak refakatimde altı jandarma ve bir askeri ring aracıyla Bursa’dan Tekirdağ’ın Saray ilçesinin kapalı cezaevine sevk ediliyordum.

    O sıcak Mayıs gününde baharın gülücüğüne uzak, Bursa-Tekirdağ güzergâhında ilerlerken, ring aracının arkasında karanlık ve havasız bölümde bileklerimde kelepçelerle bir insandan çok paketlenmiş bir emanet eşyayı andırıyordum.

    Aracın arkasında, tahta bir bankta oturduğum bölümü tel örgülerle ayıran giriş kısmında uzun silahlarını sımsıkı kavramış jandarmalar, kendi aralarında konuşup küfürleşiyor, bana da arada bir tedirgin, kaçamak bakışlar fırlatıyorlardı. Dışarıdaki aydınlık gün, ring aracının içindeki karanlığa ışığın kırıntısını dahi yansıtmıyor ve o daracık alanda askerlerin postalları da leş gibi kokuyordu...

    Yola çıkmadan önce, adli suçlardan mahkûm bazı koğuş arkadaşlarım, görevli astsubaya bir miktar para verdiğimde, yolculuk süresince kelepçelerimin açılacağını, şoföre ve nöbetçi askerlere yemek ısmarlamam koşuluyla bir lokantada mola verebileceğimizi, hatta astsubayı “kafalarsam” (!) eğer, para karşılığı bir kulübeden bana telefon bile ettirebileceğini söylemiş, bunun bütün sevk yolculuklarında böyle yaşandığını da sözlerine eklemişlerdi.

    Tam altmış gün ışıksız, havasız hücrelerde küf tutmuştum; yargıtaydaki diğer dosyalarım da onaylanırsa eğer, tam üç yıl daha dışarıyı göremeyecektim. Mola verip, bir lokantada on dakika, sadece on dakika oturup soluklanabilmek ve dışarıyı o sınırlı sürede yeniden hissedebilmek, temiz bir lavaboda yüzümü yıkayıp sevgilime telefonla bir sürpriz yapabilmek için, değil bir astsubay ve altı jandarmaya, param olsa bir orduya bile yemek ısmarlayabilirdim...

    Fakat ön tarafta, şoförün yanında oturan astsubayın aracımızı bir yerlerde durdurup bana yüzünü göstermesini boşuna bekledim; ring aracının arkasındaki o karanlıkta bileklerimi acıtan kelepçelerden kurtulmayı saatlerce boşuna bekledim.

    Aracımız Yalova’da feribota girerek durdu; jandarmaların ikisi başımda nöbetçi kalıp diğerleri inerek kapıyı dışarıdan kapadılar. Feribotta bile aşağıya inemeyeceğimi anlayınca, jandarmalara komutanlarıyla görüşmek istediğimi söyledim. Biri haber verdi ve ring aracının kapısından başını içeriye uzatan astsubaya seslendim:

    “Bakın komutan (!) ben kargo paketi değil, bir insanım. Bir yolculukta bazı ihtiyaçları olabiliyor insanların”

    “Tamam tamam! Feribottan inince uygun bir yerde arabayı durdurup tuvalet molası vereceğiz, tamam!”

    “Hayır, tuvalet değil kastettiğim! Bu feribotta kendimi denize atacak değilim, altı jandarmanın refakatinde bir yere kaçacak da değilim. Ben bir düşünce mahkûmuyum. Güvenmiyorsanız kelepçelerimi de çözmeden dışarıda biraz hava almamı sağlarsanız memnun olurum...”

    “Mümkün değil. Mahkûmun suçu bizi hiç ilgilendirmez. Biz sadece aldığımız mahkûmu gideceği cezaevine teslim etmek mecburiyetindeyiz. Sizi çıkaramayız! Ama acıkmışsanız, para verin askerler yiyecek bir şeyler alsınlar.”

    “Aç değilim; ama feribottan inince bir lokantada mola verebilirsek birlikte yemek yiyebiliriz...”

    “Yasak olmasa yerdik, ama kesinlikle yasak!”

    “Fakat sevk edilen bütün adli suçlulara güzergâhtaki lokantalarda yemek molası verildiğini biliyorum...”

    Astsubay birden yüzüme kaygıyla baktı; bir an düşünüp yeniden söze girdi:

    “Onlara mola verilip verilmediğini şahsen bilmiyorum. Ama açıkçası, sizin sevkinizden önce savcı bey beni ve komutanımı odasına çağırıp, sizin bir yazar olduğunuzu, basından fotoğrafınızı çekmek isteyen gazeteciler olabileceğini, çok dikkatli götürmemizi ve yolculuğun sonuna kadar kesinlikle aşağıya indirilmemenizi emretti. Bana kalsa çıkar beraber otururuz, ne olacak, ama emir böyle!” diyerek ring aracının kapısını örtüp, yeniden o leş kokulu karanlıkta bıraktı beni...

    Bir tecavüz ya da cinayet zanlısının pekâlâ yararlanabildiği küçük jestlerden bile, beni değil, aslında yazar kimliğini savcılık, bakanlık gibi resmi mercilerin uyarısı ve onayıyla men etmişlerdi…

    Bir jandarma kapıyı aralayıp iki simit ve bir ayran getirdi; kelepçeli ellerimle poşeti bankın üzerine bırakıp, ring aracının bir kibrit kutusu büyüklüğündeki hava deliğinden dışarıyı izlemeye koyuldum.

    İnsanlar güverteye üşüşmüşlerdi... Denizin kışkırtıcı maviliğinde martılar coşkuyla uçuşuyorlardı... Türbanlı bir kadın çekirdek çitliyor, çocuklar koşuşturuyor, kızlı erkekli bir grup genç, aydınlık yüzleriyle güvertede fotoğraf çektiriyorlardı. O gençlerin biri belki bir okurumdu...

    İnsanlar seyahat ettikleri araçlardan, otobüslerden inip diledikleri yerlere dağılmış, bir ben feribotun içinde, ama dışında kalmıştım... Koca feribotta yalnız ben dışarının geniş aydınlığından dışlanmıştım.

    Feribottaki insan kalabalığı, oracıktaki bir ring aracının küçük hava deliğinden dışarıya, kendilerine bir şairin nasıl da yakıcı bir özlemle baktığından tabii ki habersizlerdi; hatta söz birliği etmiş gibi kimse dönüp bulunduğum araca bile bakmıyor, fakat ben, şair, orada bile aslında işimi yapıyor, hayatın ve insanın hallerine bakıyordum...

    Güzel bir kadın, o esnada ring aracının önünde denize bakarak sigara içiyordu... “Kadınları da özledim” diyerek, kendimle ve o kadınla gizli, sessiz bir sohbete koyuldum:

    “Size hiç kırgın değilim denize bakan kadın... Devlet erkekti, feodalizm erkekti, ‘uzat leyn ellerini kelepçe takacağız’ diyenler, beni çarmıhlara gerenler hep erkeklerdi. Bana bu dünyada hiçbir kadın işkence yapmadı, Sivas’taki dostlarımızı yakan yobaz kalabalığında da tek bir kadın görmemiştim, İkinci Dünya Savaşı’nı da kadınlar başlatmadı... Anam dahil, sizden hep şefkat, hep sevgi gördüm; bana hep coşkular, bana depremler yaşattınız, bana aşk şiirleri yazdırdınız.. Sizler bu dünyanın nazenin çiçeklerisiniz denize bakan kadın; yapraklarınızı okşamak ve vazolarınıza su dökmek gerekir... Evet, vazolarınıza sık sık su dökmek gerekir… Size, denize bakan kadın ve martılara hiç kırgın değilim.”

    Bulunduğumuz feribot, üzerinde uçuşan martılarla adeta yarışarak ve geçtiği yerlerde ak köpükler bırakarak ilerliyordu... Bir an martılara baktım, selam verdim, ama almadılar, aldırmadılar… “Martılar ancak özgürlüğü duyarlar, martılar özgürlüğü duyarlar!” dedim ve fısıldadım:

    “Martılar, aç çocukları mavi suların, ben de bir zaman görünürdüm size güvertelerden... Biliyorum, sevmediniz oturduğum karanlığı, kelepçelerimi sevmediniz; doğrusu ben de sevmedim! Ama bir gün yine burada sizinle kelepçesiz bir randevum olsun, söz olsun! İçeride geberip gitmezsem eğer, gelip yine burada bulacağım sizi. Sizinle ve mavi sularınızla zamana kesilmiş bir randevumuz olsun; bir gün diyorum, bir gün yine burada mutlaka görüşmek üzere martılar, aç martılar, tatlı martılar, bembeyaz kanatlılar, benim serseri kardeşlerim!”

    Daha sonra konulduğum Saray Kapalı Cezaevi’nin siyasi koğuşunda, martılarla randevumdan söz eden bir şiir de yazdım. Sonraki yıl yayımlanan “Ey Hayat” adlı şiir kitabımda “Martılarla Randevu” adıyla yer alan bu şiirimde: “Oysa dünya ne geniş, koğuşum dardı/Bıraksalar martılarla randevum vardı” diyordum.

    Daha sonra, Eylül 1999’da hiç ummadığım biçimde S.Demirel, “Basın Suçlarına Erteleme Yasası”nı imzalayınca, yalnız yatmakta olduğum cezanın kalan iki ayından değil, yargıtayda birer birer onanan bütün düşünce mahkûmiyetlerimden de “üç yıl konuşma yasağı” koşuluyla “şartlı” kurtuldum. Aynı suçları (!) üç yıl içinde yeniden işlersem, yeni cezalarım da öncekilerle birlikte yatıracaklardı.

    Salıverilmiştim. Martılara randevu vermemin üzerinden yedi ay kadar geçmişti. Bursa’ya bir imza ve söyleşi günü için gittiğimde, sonraki sabah İstanbul’a gitmek üzere tek başıma yola çıktım. Tek başıma gitmeyi yeğlemiştim; çünkü randevu, sadece benim randevumdu.

    Otobüsümüz Yalova’da feribota girince indim. Kollarımı sallayarak ve göğe bakarak yavaş yavaş ikinci katta rüzgârın çok, insanın az olduğu bölüme geçtim. Bir sigara yakarak denizin ve göğün masmavi fonunda kavisler çizerek uçuşan martılara bakarak gülümseyip “merhaba” dedim:

    “Merhaba martılar, benim serseri kardeşlerim, size geleceğimi söylemiştim, işte geldim. Randevuma geldim!”

    Martılar darmadağınık uçuşuyorlardı; serseri oldukları için şaire, randevuya biraz saygısızlardı. Yeniden fısıldadım: “Çömelseydiniz, konuşsaydık be çocuklar!”

    İşte o an, hiç ummadığım bir şey oldu. Birkaçı hariç onlarca martı birden denizin yüzeyine dizilip dağınık bir sıra oluşturdular. Bir an gözlerime inanamadım! Şaşkın şaşkın bakınırken, o an telesekretere yönlendirilmiş telefonuma sinyal sesi ile yazılı bir mesaj geldi, açıp okudum:

    “Sayın abonemiz, ödenmemiş bir adet faturanız bulunmaktadır. İki iş günü içinde borcunuzu ödemezseniz, telefonunuz görüşmeye kapatılacaktır...”

    Şimdi siz, bu mesajı okuduktan sonra nereye isterseniz oraya küfredin; ben de okurken etmiştim zaten... İstanbul’a vardığımda, “Martılarla Randevu” adlı şiirimin, Edip Akbayram’ın “İlk Günkü Gibi” adlı yeni albümü için bestelenip okunduğunu öğrendim. Martılarla ‘Randevumu’ mahvedenlere bir misilleme olur diye çok sevindim.

    O akşam İstanbul’da yağmurda özgürlüğün tadını çıkara çıkara sırılsıklam yürürken, Cemal Süreya’nın anısı dedi ki: “Biz yarışı kaybettikten sonra da koşan atlarız...”

    Ben de dedim ki ona, üzülme sen, biz şairiz, bu puştları haklarız!


    yılmaz odabaşı

  2. #2
    Üyelik tarihi
    12.Mart.2007
    Mesajlar
    85
    Teşekkür / Beğeni

    Standart Bazen Bir Yere Bakmamanız Gerektiğini Söylerler

    Anı: Eylül 1981, Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Cezaevi.
    Yazılış tarihi: Eylül 2006, İstanbul.

    Bazen Bir Yere Bakmamanız Gerektiğini Söylerler…

    -25 yıl sonra dönüp baktığımda-

    “Kurallar, yasaklar ve yasalar, çoğu zaman sadece kural, yasak ve yasa olduğu için yürürlüktedir”; ama derinizin altından benliğinize, ömrünüze giydirirler bunları…

    Önceleri vahşi kısraklar gibisinizdir; eyerlenmek, mahmuzlanmak katlanılmazdır ve kimse ömrünüze gardiyan olsun istemezsiniz.

    Ama ne gam, yadsırken bile bilincinize nakşedilir pek çok şey. Sonra bir bakarsınız kendinizin polisi, başkalarının gardiyanı olmuşsunuzdur.Giderek herkesin birbirini denetleyip gözetlediği ve başkaları tarafından yazılmış bir toplumsal reçetenin okunmaz harflerisinizdir artık.

    Artık ya birileri sizin hayatınızda mahkum ya da siz başkalarının hayatında gardiyansınızdır. Bu yüzden herkes bir diğeriyle yazar hikayesini.Bu yüzden herkesin yazgısı, bir diğerinin hikayesinin yanından veya içinden geçer…Bu oyunun bir yerine alır sizi hayat ve ya şah ya mat; ya gardiyan ya da mahkumsunuzdur artık…

    Mazlumlar da koşullanmalarının, sınıfsal korkularının onları bıraktığı yerde birbirlerini denetleyip gözetler ve gündelik hayatta yasakları, kurallar adeta diğerlerinin gözüne sokarak birbirlerine bir yerlere bakmamaları gerektiğini öğütlerler; eğer tarifi bozarsanız, tarifsiz hale getirileceğinizi hep anımsatırlar size.Çünkü mütevazı korunaklarında yaşamlarını sürdürmelerinin tek koşulunun böyle yaşamak olduğu öğretilmiştir onlara…

    Bir zaman Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yirmi yaşımda bir tutukluydum. ”Daha dün annemizin kollarında yaşarken”, hepimiz hapislik olmuş, koğuşları doldurmuştuk. 1981 kışını büyük bir bozgunun şiddeti ve şaşkınlığıyla bıçak gibi soğuk koğuşumuzda Apaçiler gibi battaniyelere sarılıp bit ayıklayarak ve mütemadiyen dayak yiyerek geçirmiştik.

    Baharla birlikte duruşmalar başlamış, üç numaralı tıraşlı kafalarımızla yirmi ila otuz insan yumurta sepetlerine dizilir gibi, o dar, havasız ring araçlarında birbirimize kelepçelenip zincirlenerek askeri mahkemelerdeki duruşmalara götürülüyorduk. (Bugün büsbütün unutulmuş görünen o askeri darbelerin duruşmalarına…)

    Duruşma salonuna kelepçelerimiz açılıp sanık taburelerine oturtulduğumuzda, bir subay tepemize dikilip bağırıyordu:

    ”Duruşma esnasında sağa, sola, geriye bakmak, kıpırdamak yasahtır. Uymayanlar mahkeme vukuatlı sayılacaktır anlaşıldı mı leyn!”

    Sonra hukukçular, basın mensupları ve sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen izleyiciler içeri alınıyor ve uzayıp giden o duruşmalarda saatler boyu yüzümüze konan bir sineği bile asla kovamıyorduk.

    Mahkeme salonunun ışıklı, dar penceresinin bir ucunda bir yeşil dal, yaşadığımız onca cehenneme rağmen, dışarıda hayatın daha gürül gürül aktığının ve baharın bir kez daha geldiğinin tek kanıtı oluyordu gençliğimiz için…

    Anam ise bütün bu yasaklardan bihaber, nizamiye kapılarında saatlerce bekledikten sonra duruşmaların izleyici bölümünde beni bir kez bile göremeden dönüp gittiğinden yakınıyor ve mektuplarında:

    ”Kurban olam, mahkemede bir kere dönüp baksan, bir yüzünü görsem!” diye sitem ediyordu.

    Sonra görüş kabinlerinde çift cam, çift tel örgülerin arkasındaki ışık kırıntılarında birbirimizin yüzünü tam seçemediğimiz o sınırlı ziyaret dakikaları telaşlı bir sesle yeniden bağırıyordu:

    ”Duruşmalarda tam arkana bak, arkana, unutmaa, ben mahkemelerde tam arkanda oturuyorum, sakın unutma oğluum!”

    Ziyaret kabininde ise yanımda hep iki komando er ve ellerinde anamın hiç göremediği coplar… Duruşmalarda dönüp arkama bakamadığımı anlatamıyor, hiçbir şey konuşamıyor, ona yazamıyorum da; çünkü ne ziyaretlerde ne mektuplarda cezaevinden, mahkemelerden, özetle o koşullardan söz etmemiz yasaktı…

    Anam ise hiç bilmiyordu bütün bunları ve hep dönüp bakmayı unuttuğumu sanarak yeniden, yeniden uyarıyordu:

    ”Kadan alam, görüş yerinde seni bağrıma basasım geldi, kara gözlerinden öpesim geldi. Neden dönüp bakmıyorsun bana? Bir kere başını çevirsen, yüzünü görsem! Bu kadar hakkım yok mu oğlum benim?”

    Koğuştakilere, “Artık dönüp bakacağım,” diyorum; onlar ise:

    ”Sakın bakma!” diyorlar: ”Bakma, sakatlarlar seni! Direniş dedin mi daha büyük olmalı. Bir defa dönüp geriye bakmaya değmeli…”

    Yeni bir duruşmada, mahkemenin olanca ciddiyetinin ve rütbeleri birbirinin üzerine eklense birkaç general edecek mahkeme heyetinin, bir de tepemize birer adım aralıklarla dizilmiş inzibat erlerinin arasında birden -sanki hiçbir sorun yok- muş gibi- sımsıcak gözlerle dönüp baktım anama. Baktım ve acıyla, sevinçle karma karışık gülümsedim ona…

    Eşarplı yüzündeki kasvet, birden çocuksu bir sevince dönüştü o an; ağlamaklı bir heyecanla o da bakıp bakıp gülümsedi bana…

    Tepemdeki inzibat salondakilere sezdirmeden fısıltıyla homurdandı bir süre:

    ”Iııhı, önüne bak, önüne, ****** çocuğu, görürsün seen!”

    Artık mahkeme vukuatlıydım, dönüp yeniden, beş on saniye daha baktım. Mahkeme salonunun dar penceresindeki o bahar dalının camdaki ışıltıyla bize gülümsediği gibi gülümsedik birbirimize; o yasakların orta yerinde gözlerimizdeki parıltılar adeta değdi birbirine…

    Ben, onun o sınırsız şefkatine ve belki çocukluğumun en güzel anılarına, sanki çocukluğumda mahmur uyandığım sabahlarda onun o unutulmaz sevecenliğine yeniden bakarken, yargıçlar ve tepemizdeki inzibatlar, tedirginliklerini basın mensuplarına, hukukçulara sezdirmemeye çalışıyor ve bu yasağı böyle pervasızca ihlal edişimin hesabını duruşma çıkışı soracaklarını nasılsa biliyorlardı…

    İnzibatlar, o an için müdahale etmediler, ama duruşma bittiğinde bir astsubay, mahkeme için taktığım kravatı kavrayıp o kalabalıktan ayırdı beni.

    Birlikte yargılandığım arkadaşlarım kelepçelenip cezaevi ring aracına götürülürken, ben ise boş mideme ve suratıma inen yumruklarla soluksuz yıldızlar sayıyordum… Sonra cezaevi ring aracının görevlilerine beni teslim ederken de uyardılar:

    ”Bu puşt mahkeme vukuatlıdır. Cezaevinde gereği yapılsın…”

    Gereğini yaptılar da(!) Cezaevi iç güvenlik amiri yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın sadist teğmeni Osman, o uzun ve yarı aydınlık koridor boyunca bir yandan copluyor, bir yandan hınçla bağırıyordu:

    ”Sürüüün anasını s …ti ğimin çocuğuu, sürün ulaaan!”

    Dışarıda bahar; benim on dokuz yaşım, devrim düşüm, o rutubetli koridorlarda toz yutan gençliğim sadist teğmen Osman’ın zulmü ve boş bir mideyle perişandı ..

    Duruşma için giydiğim tertemiz giysiler, koridoru baştan sona birkaç kez silip süpürdü o gün. Koğuşa berbat halde döndüğümde, burnumdan akan birkaç damla kanın çenemden boynuma aktığını, sol gözümün altında küçük bir çatlaktan da ayrıca hafif kan sızdığını gördüm lavabodaki aynada.

    Koğuştakilerin birkaçı ise çıkışıyordu bana:”Dışarı çıktığında onu nasılsa görecektin. Neden adamlara fırsat verip kendini bu hale düşürdün? Biz daha büyük direnişlere saklamalıyız biz kendimizi!”

    Onlar da bir yerlere bakmamam gerektiğini öğütlüyorlardı; çünkü onlar arasında birçoğu da - hem de mağdur ve muhalif konumda- başkaları tarafından tasarlanmış kurallar silsilesinin ve yasaklar reçetesinin okunmaz harfleri halindeydiler artık…

    O gün sular kesik olduğu için yıkayamadığım yüzümde koyulaşıp kuruyan kan izlerine bakarken, pişman olup olmamam gerektiği konusunda sanırım net bir fikrim yoktu. Konunun bu boyutunu şimdi çok iyi hatırlamıyorum.

    Sonra yıllar geçti; yıllar da, acılar da zaten hep geçmek içindi ve önce 12 Eylül, sonra anam hayatımdan ayrı ayrı çıkıp gittiler. Biri büyük bir nefretin, diğeri ise ömrümce tanıyabildiğim en büyük şefkatin derin ve unutulmaz izlerini nakşettiler bilincime, anılarıma.

    O gün cezaevi koridorunda kirlenen elbiselerim de yıkandı, sonra eskidi ve atıldı muhtemelen. Yüzümdeki birkaç darp izi de beş on günde kapandı gitti...

    Şimdi, tam çeyrek yüzyıl sonra dönüp geriye baktığımda, o dönem nizamiye kapılarında birçok travma yaşayıp uzun yıllar ruhsal tedavi gördükten sonra 1995’te yitirdiğim ve artık sadece fotoğraflarına bakabildiğim anama, yani dünyaya gelmeme sebep o mübarek insana karşı meğer o gün dönüp bir insan ve bir evlat oluşuma bakmışım ben.

    Asıl insanlığıma bakmışım… Orada üç beş tokattan sakınmamakla onun o sonsuz ve karşılıksız sevgisine o saniyelerle sınırlı sürede de olsa yakışmışım…

    Kuşkusuz herkesin anılarında hatalar, yaralar vardır; ama geçmişinizin sızıları, yaraları ne kadar azsa, o kadar barışık bir vicdanınız, o kadar da huzurlu bir geleceğiniz olur.

    Belki bu yüzden, şimdi bu yazıyı yazarken bir iç huzurla el sallıyorum anısına. El sallıyor, anamın ve çoğu kez kendi kahramanlık hikayelerimizin gölgesinde anmayı unuttuğumuz bütün 12 Eylül analarının mezar taşlarını öpüyorum…

    İşte bazen bakmamamız gerektiği söylenen bir yerlere baktığımızda, belki orada yasaklara değil de, asıl insanlığımıza bakmış oluruz biz…

    Size de bazen bir yerlere bakmamanız gerektiğini söylerler... Bunu hep söylerler. Fakat siz aldırmayın ve muhakkak oraya dönüp bir bakın.

    Bakın, belki bir gün, yıllar sonra dönüp geriye baktığınızda tıpkı benim gibi pişman olmayacaksınızdır…

    yılmaz odabaşı

Konu Bilgileri

Bu Konuya Gözatan Kullanıcılar

Şu anda 1 kullanıcı bu konuyu görüntülüyor. (0 kayıtlı ve 1 misafir)

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  
YASAL UYARI
Ekonomi, Borsa ve Para piyasaları" bölümünde yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti Sermaye Piyasası Kurulu tarafından yayımlanan Seri:V, No:52 Sayılı "Yatırım Danışmanlığı Faaliyetine ve Bu Faaliyette Bulunacak Kurumlara İlişkin Esaslar Hakkında Tebliğ" çerçevesinde aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çevresinde sunulmaktadır. Burada ulaşılan sonuçlar tercih edilen hesaplama yöntemi ve/veya yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmakta olup, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabileceğinden sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi sağlıklı sonuçlar doğurmayabilir.Yatırımcıların verecekleri yatırım kararları ile bu sitede bulunan veriler, görüş ve bilgi arasında bir bağlantı kurulamayacağı gibi, söz konusu yorum/görüş/bilgilere dayanılarak alınacak kararların neticesinde oluşabilecek yanlışlık veya zararlardan www.keyborsa.com web sitesi ve/veya yöneticileri sorumlu tutulmaz.
Google Privacy Policy
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193