Kozmetik sektöründe dünya devi sayılan Estee Lauder firmasının üç yıl önce 95 yaşında ölen aynı adlı kurucusu ile yapılmış son röportajı geçtiğimiz günlerde yabancı bir televizyon kanalında izledim. Röportajın tarihi 2002, yani kadın o sırada tam 93 yaşında. Sesi titriyor, zorlukla konuşuyor, öldü ölecek gibi bir hâli var ama çalışmaktan hâlâ zevk aldığını, haftada iki gün şirket merkezine gidip işleri takip ettiğini söylüyor. Röportajı yapan muhabir "Dünyanın en zengin kişilerinden birisiniz, sahip olduğunuz servet ailenizi kuşaklar boyunca rahat bir şekilde yaşatmaya yeter. Bu yaşta niye çalışıyorsunuz ki?" şeklinde bir soru sordu. Aldığı cevap aynen şöyleydi:

"Büyük İsrail için çalışıyorum."

Bu cümlenin ardında yatan derin anlam, şu anda okuduğunuz yazıyı yazmama sebep oldu.

Kölelikten gelme vatansız millet yahudiler, kızgın çöl güneşinin altında sırtlarına kırbacı yerken "Günün birinde bu dünya bizim olacak" diye yemin etmişler. Bu sessiz yemin asırlar boyunca nesilden nesile aktarılmış; doğan her yahudi çocuğu bu idealin hıncıyla büyümüş. Amaca ulaşmak için her yolu mübah saymışlar; öyle ki, dünyanın bir ucunda yahudi Karl Marx komünizmin temellerini atarken, diğer ucunda yahudi James Rockafeller zıt ideoloji olan kapitalizmin tohumlarını ekmiş. O dönemde kendilerinin bile henüz farkında olmadıkları ama genetik hafızalarına yüzyıllar önce kazınmış bulunan "dayanışma bilinci" kavramı sayesinde dünyayı ahtapot gibi sekiz koldan sarmışlar. Değişik ülkelerin değişik dilleri konuşan ve değişik idealler peşinde koşan vatandaşları olmalarına rağmen amaçları hep aynıdır: "Büyük İsrail"... Komünizm de, kapitalizm de, herhangi bir siyasî ideolojisi olmayan kozmetikçi Estee de bu amaç doğrultusunda varlık mücadelesi vermiştir.

Yahudi topla tüfekle gelmez. Fetih taktiği "içe sızmak" ve "sızdıktan sonra kontrol altına almaya çalışmak"tır.

Konumuz, sabetaycılar: Türkiye'deki yahudi sızıntıları...

Sabetaycılık, 17'inci yüzyılda yaşamış İzmirli bir yahudi hahamı olan Sabetay Sevi'nin kendini "mesih" ilan edip musevilikten ayrılarak kurduğu mistik bir dini cemaattir. Dış görünüşte müslüman olan fakat kendi içinde yahudiliğin tüm gereklerini yerine getirerek yaşayan ve kendilerinden olmayanlarla evlenmeyen bu topluluk, Cumhuriyet döneminde kapalı cemaat yapısından vazgeçerek toplum içine karışmıştır.

Konuyu biraz daha açmak gerekirse;

Sabetay Sevi, kendisinin Tevrat'ta bahsi geçen ve dünyaya gelip "vaadedilmiş topraklar"da yahudiliği tekrar hakim kılacak olan mesih (kurtarıcı) olduğunu iddia etti. Yahudi din adamlarının çoğuna göre Sevi hain idi ama bazı hahamlar tarafından desteklendiği için, bir grup yahudi onun peşine takıldı. Vatansız millet olmanın da acısıyla, devlet kurma amacına giden yolda ve siyonizmi ortaya çıkaracak süreçte onu desteklediler. Fakat İzmir ve Kudüs'teki yahudi ilerigelenleri Sevi'yi desteklemedikleri gibi, onu museviliği aslından saptırmaya çalışan bir sahtekâr olarak gördüler ve Osmanlı sarayına şikayet ettiler. Çoğulcu yapısı sebebiyle, o zamana kadar bu işin üzerinde durmayan Osmanlı Devleti, tebaası olan yahudilerin dinlerinin korunması talepleri karşısında kayıtsız kalamadı. Sevi'yi saraya çağıran Sadrazam, hayatı ile iddiaları arasında bir seçim yapmasını istedi. Sevi, hayatı yönünde seçim yapmakla kalmadı, müslüman da oldu ve Aziz Mehmet adıyla maaşa bağlandı.

Ancak bu, görünüşteki bir müslümanlıktır. Müritlerinin inanışına göre; "Bu can bu bedenden çıkmadıkça" diyerek müslüman olan Sevi, kapıdan dışarı adım atar atmaz bedeninden bir kuşun uçup gitmesiyle birlikte verdiği sözden azad olur. "Can bedenden çıktığı" için artık bu söze sadık kalması gerekmiyordur.

Sevi ve müritleri Selanik'e yerleşerek dış görünüşte müslüman, gerçekte ise musevî olarak yaşamaya başladılar. Müslüman isimleri alıyor, cuma namazı için camiye gidiyor, oruç tutuyor, kendilerini inançlı birer müslüman gibi gösteriyorlardı fakat asırlar önce kızgın çöl güneşi altında edilen o yeminden asla geri dönmediler, yahudiliği sinsice içlerinde yaşattılar, soylarının safiyetini korumak için de sadece kendi aralarında evlendiler. Ve sonunda, 1924 mübadelesiyle birlikte Türkiye'ye geldiler.

Yahudiler, birlikten güç doğduğunu iyi bildikleri için her zaman, her alanda birbirlerini sınırsızca desteklerler. "İçe sızma" taktiğinin Truva atları olan sabetaycılar Avrupa ülkelerinde, Amerika'da ve sonradan kurulan İsrail'de yaşayan soydaşları tarafından hep desteklendiler. Önleri açıldı, imkânlar sunuldu; bu sayede gerek siyasî, gerekse ekonomik alanda hayli yükseldiler ve toplumu el altından yönlendirebilecek bir güce kavuştular.

Sabetaycılık, üzerinde önemle durulması gereken bir konudur fakat son yıllarda bazı kesimler tarafından aslından saptırılıp sulandırılarak bir iftira veya örtülü propaganda unsuruna dönüştürüldü. Mesela Yalçın Küçük, Soner Yalçın gibi yazarlar, toplum tarafından tanınan ünlü kişilerin neredeyse tümünün yahudi/sabetaycı olduğunu iddia etmek suretiyle örtülü siyonizm propagandası yapıyorlar. Amaçları "Türk zannedilen meşhur kişilerin hepsi aslında yahudidir; yahudiler her tarafı ele geçirmiş olan kalabalık, güçlü ve başarılı bir millettir." düşüncesini insanların bilinçaltına yerleştirerek, yahudi çıkarları doğrultusunda psikolojik yönlendirme yapmak...

Nitekim, Yalçın Küçük ibranî kökenli olduğunu en sonunda kendi ağzıyla itiraf etmek zorunda kaldı... "Efendi I" kitabında Başbuğ Mustafa Kemâl Atatürk'ün sabetaycı olduğunu imâ eden, "Efendi II" kitabında Büyük Türkçü Nihâl Atsız'a yahudi damgası vurmaya çalışan Soner Yalçın'ın da bir yahudi olduğuna can-ı gönülden inanıyorum.

Siyasal islâmcılar ise Başbuğ Mustafa Kemâl Atatürk'e iftira atabilmek için sabetaycılık konusuyla uğraşıyorlar; bitmek tükenmek bilmeyen "sabetaycı listeleri"nde araya sıkıştırılmış "Mustafa Kemâl" adı hiç eksik olmaz. Ayrıca Atatürkçü, cumhuriyetçi, lâik çizgideki tüm kişi ve kurumları yahudi, sabetaycı, mason iddialarıyla karalamaya çalışırlar.

Hülâsa; iyice cılkı çıkarıldığı için, sabetaycılık konusu entellektüel milliyetçilerin ilgi alanından giderek uzaklaşıyor ve kendisi gibi düşünmeyen herkese "Ulan Allahsız saba(e)taycı" diye söven sığ zihniyetli, lümpen bir kesimin demirbaş küfür malzemesi hâline dönüşüyor.

Peki, sabetaycılara karşı önlem almak için ne yapmak gerekir?

Öncelikle belirtmeliyim ki; kitaplar yazarak ya da listeler hazırlayarak sabetaycıları ismen deşifre etmeye çalışmak hiçbir işe yaramaz. "Bir evim bir de arabam olsun, faturalarımı ödeyebileyim, karnım doysun, sağlığım-sıhhatim iyi gitsin; gerisi umurumda bile değil" anlayışının hakim olduğu, bencil ve vurdumduymaz bir toplum düzeninde yaşıyoruz. Kimse, kimin sabetaycı olduğunu umursamaz, böyle konularla pek fazla ilgilenmez. Sabetaycılık mevzusu belli bir kesimin ilgi alanına sıkışıp kalmaktan asla kurtulamaz. İyi niyetle sabetaycılık olayının üzerine giden vatansever kişiler alınmasınlar, ama doğrusu budur.

Yapılması gereken, Türk'ün millî şuurunu ve ırkî dayanışma refleksini kuvvetlendirmeye çalışmaktır. Bu refleks yahudilerde zaten var, bu yüzden 16 milyonluk nüfuslarıyla koskoca dünyayı -neredeyse- yönetir hâle geldiler. Türk de "Kim olursan ol, yine gel" zihniyetinden kurtulup safları sıklaştırmayı başarabilirse, sabetaycılar da dahil olmak üzere bilûmum Truva atlarını kalesine asla sokmaz.

Yahudinin her zaman, her yerde ve her şartta kendi milletinin çıkarlarını korumaya yoğunlaşmak anlamına gelen "sınırsız millîcilik" stratejisine bir örnek vereyim: 1995 yılında, Nesim Malki adlı bir yahudi işadamı/tefeci Bursa'da infaz edildi. Kısa bir süre sonra da batık bankalar, hortumcular hadisesi Türkiye'nin gündemine bomba gibi düştü; Murat Demirel, Ali Balkaner, Hayyam Garipoğlu, vb. kişilere ait olan birkaç tane banka birbiri ardına battı, sahipleri de tutuklanıp cezaevine konuldu. Gazetelerde yazılan, banka sahiplerinin bankaları hortumladığı, yani içini boşalttığı idi. Fakat şahsî kanaatimce işin aslı farklıydı. Bu şahıslar hortumladıkları paranın bir kuruşunu bile kendileri yemediler. Bankaların tümünde -çevirdiği nakit paranın miktarı Sabancı ve Koç Holding'in kasasındaki para miktarından bile daha yüksek olan- Nesim Malki'nin gayrı yasal sermayesi ile ortalıklığı vardı, Malki öldürülünce banka sahipleri o kayıtdışı sermayenin kendilerine kalacağını zannedip sevindiler. Fakat yukarıda da belirttiğim gibi yahudiler sınırsız millîcilik bazında hareket ederler; MOSSAD bir yahudinin malını asla başkalarına yedirmez, ne yapıp edip İsrail'in kasasına girmesini sağlar. Banka sahipleri "Malki'nin parası İsrail'e aittir; ya bize verirsin ya da ölürsün" diyerek tepelerine çöken MOSSAD'a ödeme yapabilmek için kendi bankalarını hortumlamak zorunda kaldılar.

Yahudiyi mat etmek istiyorsak, biz de aynı silahla savaşmalıyız. Sınırsız millîcilik stratejisini millî ideolojimiz hâline getirerek saflarımızı sıklaştırmalı, birlik olmalı ve sadece Türk'ün menfaatleri ile çıkarlarını gözeterek yaşamayı öğrenmeliyiz ki, aramıza sızıp bizi kontrol altına almaya çalışan unsurlara geçit vermeyelim.

Yoksa daha çok "sabetaycı listesi" hazırlarız. Ama somut açıdan hiçbir işe yaramaz; sabetaycı gene yoluna devam eder, biz de önümüzdeki listelere bakıp "Hepsini deşifre ettim" diyerek kendimizi ve birbirimizi avuturuz.